Deniz Feneri ve biz
Takriben 15 yıl boyunca bir hayır ve hizmet vakfının bilfiil yöneticiliğinde bulundum (Sivas Tarihi Paşa Camii Vakfı). Bu süre içinde yönetim kurulu üyelerinin ve başkanlığın en çok titizlendiği konu “akçeli” işlerdi, yani para alış verişi.
Bu titizlik bana göre bazen abartılı noktalara kadar varıyordu. Meselâ 15 günde bir toplantı için bir araya gelindiğinde vakfın demirbaşına kayıtlı demlik, bardak, çay ocağı gibi avadanlıkları kullanıyorduk ama içtiğimiz çayın ve şekerin parasını mutlaka içimizden biri, çoğunlukla başkan karşılıyordu. Yemek yenildiğinde ekmeğin, peynirin, domatesin parası yine aynı şekilde ödeniyordu. Abartılıydı ama temeldeki mantığı doğruydu. Yaptığımız cüz’i hizmet karşılığında vakıftan ücret almıyor olmamız, ufak-tefek masrafları vakıf bütçesine yüklememizi gerektirmezdi ve biz netice itibariyle bize emanet edilmiş “kul hakkı” niteliğindeki parayı hayır için yönlendiriyorduk.
Bunları tefahür olsun diye, ne kadar faziletli ve takvâ sahibi insanlar olduğumuzu vurgulamak için belirtmiyorum; hâşâ! Türkiye’nin her yanında, bütün İslâm âleminde bu tür hizmetleri -hatta üstüne para harcayarak ve kimselere belli etmeden- yerine getiren yüz binlerce isimsiz hayır erbâbı var ve biz tanınmamayı tercih eden bu mahviyet sâhiplerinin yüzsuyu hürmetine iki taşı üst üste koyabiliyoruz.
Bu tür hayır ve yardım kuruluşlarının başlıca denetim uzvunu teşkil eden genel kurulların yasak savma kabilinden, bir mecburiyeti yerine getirmek bâbından yapıldığı da mâlumdur. Yani neticede harama el uzatmayı, yetim hakkına göz dikmeyi kafaya koymuş kötü niyetliler için genel kurullar da aşılmayacak engel değildir. Kezâ her yıl Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yapılan teftişler de kötü niyetli ve hırsız tabiatlı yöneticiler tarafından atlatılabilir; atlatılamayacak en büyük denetici Allah korkusudur. Hiçbir denetçinin olmadığı yerde Allah korkusudur ki, insanı insanın şerrinden emin kılar ve hasenâta yöneltir.
Bu ayrıntıyı zikretmemin sebebini açıkça vurgulamak isterim. Az da olsa hayır işlerini yönetmekle yükümlü insanlar arasından da hırsız ve kötü niyetli çıkar fakat hayır işleriyle ilgili topluluklarda bu tür bahtsızlar kesinlikle savunulmaz, yaptıkları hoş görülmez, örtbas edilmez, bu konuda dayanışılmaz, böyle şeyler cürmün kendisi kadar ayıp sayılır. Böyle seyyiatı savunan da çalan gibidir.
Deniz Feneri Derneği’nin Avrupa’daki faaliyetleriyle ilgili soruşturma hakkında -o kaçınılmaz tâbirle- “sağ cenah”ın genel bakış çerçevesi budur ve bu bakış açısının bilinmesi lâzım. Deniz Feneri meselesi dile düştüğü günden beri hepimizin müşterek temennisi, “İnşallah doğru değildir; doğruysa yatacak yerleri yok”tan ibâret. Ne var ki fî tarihte keçisi çalınan imam hakkındaki haberin dönüp dolaşıp “İmam keçi çaldı”ya dönüşmesinden beridir, sağ cenah içinden birilerinin hırsızlığa, yolsuzluğa, usûlsüzlüğe, üçkâğıtçılığa bulaşmasını âdetâ hasretle bekleyen bir cenâhın varlığı da âşikâr. Nitekim ilk iddialar dile getirildiğinden beri, “Hırsız sizden olunca dut yemiş bülbüle dönüyorsunuz; dayanışma icabı sesiniz çıkmıyor” yakınmaları, sanki bir rövanş meselesiymiş gibi biteviye seslendiriliyor. Son HSYK kararlarıyla Deniz Feneri davasına bakan adliye mensuplarının yer değişikliğine uğraması, “Biz söylemiştik; referandum sonuçları yargının hükümete bağlanmasına yaradı. Türkiye hukuk devleti olmaktan çıktı” sızlanmalarına yol açtı.
Bir süreden beri toplumu derinden sarsan Ergenekon, Balyoz, Amirallere Suikast gibi soruşturmaların tesiriyle savunma ve mağduriyet psikolojisine düşen çevreler için Deniz Feneri soruşturması cankurtaran simidi gibi oldu. Öyleyse yeridir; bir kere daha, bütün netliği ile vurgulayalım:
1- Deniz Feneri soruşturmasında itham edilenlerin masum olmalarını temenni ederiz; fakat bırakınız zimmet veya suiistimali, usûl hatası bile söz konusu ise yetim hakkına göz dikenleri kimse sahiplenmez, herkes tel’in eder.
2- Dava sonuçlanana kadar, itham edilenlerin nazarımızdaki yeri muallâktadır; neticede beraat ederlerse konuya şöyle bakarız: Bir hayır hizmetini yerine getirirken sadece kendilerini değil, dolayısıyla ve istemeden temsil ettikleri herkesin itibar ve şerefini düşünerek dedikoduya mucip, tartışılabilir eylemlerden uzak kalmaları gerekirdi.
3- Hükümet, HSYK kararlarıyla ortaya çıkan, sanıkların himâye gördüğü, itham sahiplerinin cezalandırıldığı görüntüsünü derhal netliğe kavuşturmalı, kamuoyunu bilgilendirmeli, şaibeyi derhal ortadan kaldırmalıdır.
4- Halen hayır hizmetlerini sürdüren bütün sivil kuruluşlar, faaliyetlerini merdi de, nâmerdi de kesinlikle aydınlatacak bir duruluk ve şeffaflıkla yürütmeli, hayır işlerine toplumun teveccühünü sarsacak belirsizliklere sebep olmaktan şiddetle kaçınmalıdır.