Demokratik bakalorya!

Kafe terasında sigara içen gençleri caddeden fırçalayan Cumhurbaşkanı görüntüleri, sosyal medyada bir miktar eğlenceye mevzu edilse de birkaç örnek dışında yazılı basında pek tepki uyandırmadı.

Vatandaş ve özellikle seçmen nezdinde bu azarlama hadisesinin bilakis tasvib gördüğü kanaatindeyim. Halkının sağlığını korumak ve kollamak için gerektiğinde protokolün dışına çıkacak derecede samimi tepki gösteren devlet adamı görüntüsü ‘çoğunluk’ta ve çoğunlukla endişe uyandırmaz; sempati doğurur. Hadise eğer bilinçli bir halkla ilişkiler çalışmasıysa danışman ekibini, irticâlî -dikkat irticâî değil!- tarzda cereyan etmişse Sayın Erdoğan’ı kutlarım. Bu küçük ayrıntıya bakarak, “Bu adam yarın evimizin içine de müdahale etmeye kalkışırsa” endişesiyle pimpirikliği tutan aydın refleksini elbette anlıyor ve destekliyorum fakat konu o değil, bambaşka...

Sayın Erdoğan, bugün, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk toplumu için ifâde ettiği rolü canlandıran bir halk önderi karakterinin içini doldurmaya çalışıyor: Halkçı, toplumcu, milliyetçi, inkılâpçı, devletçi, hattâ yeri geldiğinde laikçi tınılar veren konuşmalar yapıyor. Tıpkı Gâzi gibi o da ‘partisi’yle organik bağlarını devam ettirirken bütün toplumu kucaklayıcı bir siyasi dil kullanıyor ve reisicumhurluk makamına yakışacağını düşündüğü 1,3 milyar TL’lik Aksaray, 400 milyon TL’lik uçak gibi abartılı güç sembollerini kullanmaktan kaçınmıyor. Bu harcamaları yaparken “Halkıma hesabını nasıl veririm”den ziyade “Halkım liderini güçlü ve ihtişamlı alâmetler içinde görmeyi sever” önsezisinden hareket ediyor. Atatürk’ün orta halli bir Osmanlı evinde doğmasına ve şahsi hayatında şık giyimden öte bir lüks belirtisi göstermemesine rağmen İstanbul ziyaretlerinde padişah sarayında ikamet edip önce Ertuğrul, ardından Savarona tenezzüh teknesini kullanması, halk nazarında hemen hemen benzer bir anlayış duygusuyla karşılanmıştı.

Bugün Ulusalcı sol çizgide yaşayan Atatürk sevgisi ve tutkunluğunun, onun siyasi çizgisi ve hayat görüşüyle pek ilgisi kalmamış bir hayranlık şeklinde hâlâ yaşaması dikkat çekicidir. Atatürkçüler, tek parti devrinde cereyan eden sevimsiz işleri genellikle İsmet Paşa ve ekibine ihâle ederek Gazi’yi siyasi kirlerden münezzeh ve mâsum bir ‘millet babası’ olarak idealize ederler; çünkü o, milleti düşmandan kurtarmıştır ve halkın ona minneti kesinlikle ödenmeyecek kadar büyüktür.

Siyasi kirlerden arınmışlık ve tabii mâsumiyet niteliklerini bugün Sayın Erdoğan tevârüs ediyor. Sayın Davudoğlu başbakanlığa tayin edileli beri Erdoğan kendine, hem siyasetin tam göbeğinde hem de çok fevkinde bir yer inşâ ederek hayran kitlesinin ‘güçlü lider’ özlemini başarıyla teskine başladı. Her yerde hazır ve nâzır, her konuda söyleyecek bir fikri var; asla yanılmıyor, aksine ufuk açıyor, toplumun ve hükümetin üç adım önünden yürüyor, güçlü karizmasıyla ara-sıra mâruz kaldığı siyasi çelişkileri düşmanlarının aleyhine yönlendiriyor veya önemsizleştirerek görünmez hale getirebiliyor. Her büyük lider gibi onun da düşmanları var; dışarda yedi düvel, içerde yerine göre mâlum listedekiler: Faiz lobisi, İsrail uşakları, İngiliz piyonları, ABD casusları, paraleller vs...

Atatürk bir tarih hâtırasıdır; Sayın Erdoğan yaşayan ve güçlü bir lider. İkisi arasında takriben 70 senelik bir sosyal ve siyasi zaman farkı var. Her ikisini de güç alâmetleri kullandıkları için eleştirmiyorum; sadece olgular arasındaki benzerliğe dikkat çekerek şu soruyu soruyorum: Eğer varsayımım doğru ise, yani dün Atatürk’ün doldurduğu güçlü lider, yani milletin babası, Türklere istiklâl ve namuslarını kazandıran adam imajını bugün Sayın Erdoğan başarıyla ikaame ediyorsa -ki ben o kanaatteyim- toplumu demokratik rüşd açısından bir miktar olsun ilerlemiş sayabilir miyiz?

Bu sualin kapsamına, bilumum dini cemaatlerin demokratik bakalorya imtihan sonuçlarını da ilave ettiğimi ehemmiyetle belirtirim. [emailprotected]


Kaynak (Arşiv)