Demokrasiler darbecileri yargılar; zorbalık darbecileri meşrulaştırır
Bütün siyasi sistemlerin ortak yanı azlığın çokluğu yönetmesidir; sistemleri birbirinden farklı kılan unsurlar birden fazla da olsa içlerinde en manidarı, yönetenlerin hangi usulle görev değiştirdikleri olsa gerektir: Ãağdaş demokrasilerde siyasi sorumluluk taşıyan yöneticiler, önceden belirlenmiş bir usule göre görevlerinden ayrılırlar ve bu usul genel seçimlerdir.
Mesela mutlak monarşilerde yöneticinin seçim veya bir başka usulle değiştirilmesi akla gelmez; yönetici hayatta kaldığı sürece yönetici sıfatını sürdürür; öldüğü zaman yerine kimin geçeceğini ise hanedan kanunları belirler. Dikta türü yönetimlerde iktidarı güç tayin eder ve güç kullanarak iktidara tırmanmış kişinin görev süresini belirleyen de onu iktidara taşıyan çıplak gücün devamlılığıdır. Demokrasi teorisi, genel iradeyi öne çıkaran uygulamasıyla çıplak ve zorba "güç"ü oyun dışı bırakıyor; oysaki güç tarihin bilinmeyen zamanlarından beri ortak ve kolay anlaşılır bir dil kullanır. Güç itaat ettirir, baskı altına alır ve dayatır. Bu açıdan baktığımızda insanların güç kullanmaktan kendi arzularıyla vazgeçerek genel iradeye dayanan toplumsal mutabakatı önemsemelerinde "medeni" bir merhale fark ediyoruz. Demokrasi, zor ve korunması zahmetli bir siyasi çözümdür: Zor düzeninde olduğu gibi basit tarzda işlemez; bu yüzden çıplak ve zorba güce karşı kendini ne kadar incelikli usullerle emniyete almaya çalışsa da meşhur meseldir ki, "güç oyunu bozar."
Yaşadığımız son darbe söylentilerinin gerçek anlamı da budur: Birileri, gidişatından memnun olmadıkları yönetici takımını değiştirmek için güç kullanmaktan başka çaresi olmadığına inanmış ve yeterince "güç"ü bir araya getirmek için kendi içinde örgütlenmeye girişmiştir. Gelişmelerden anladığımız kadarıyla zor kullanarak yöneticileri değiştirmek isteyenlerin, demokratik usulleri ya ciddiye almadıklarını veya daha kuvvetli bir ihtimal olarak demokrasinden ümit kestiklerini tahmin edebiliyoruz. İkinci ihtimal daha akla yakın görünüyor çünkü darbe taraftarlarını savunan bazı yazarlar, genel oyun anlamsızlığını, karnını kaşıyan bidon kafalı adamların, dağdaki çobanların teşkil ettiği çoğunluğun bir anlam taşımaması gerektiğini ileri sürüyorlar; onlara göre demokrasi, demokrasiyi imhaya kalkışan düşüncelerin bile ifadesine, yayılmasına ve taraftar toplamasına izin vermekle bindiği dalı kesmektedir; öyleyse demokrasiyi kendini savunmak noktasında güçlendirmek gerekir: "Militan demokrasi"nin işte bu ihtiyaçtan doğduğu kabul ediliyor, bu görüşe göre demokrasi, kendi hayatiyeti için özel zamanlarda temel haklardan bazılarını askıya alabilir ve bazı insanları temel haklardan mahrum bırakabilir.
Elmalarla armutları karıştırmamalı; demokrasilerde iktidar için örgütlenmek, çalışmak, faaliyette bulunmak suç değil en tabii haktır; burada yadırganması gereken şey, darbe heveslilerinin iktidarı istemeleri değil, iktidar için zora başvurmalarıdır; bir başka yanlışlıkları ise iktidarı kendilerinden ve kendi zihniyetinde olanlardan başka kimseye yakıştırmayışları. Onlar ne demokrasiyi ne de ileri sürdükleri gibi cumhuriyeti önemsiyorlar; onlar sadece iktidarı istiyorlar ve bunu açıkça söyleyemedikleri için kendilerine "rejimi korumak" görevini yakıştırıyorlar. Eğer mesele rejimi kurtarmak ise elbette rejimden daha az önemli olan ayrıntılar ihmal edilebilecektir; nitekim Atatürk tarafından söylenildiği ileri sürülen, "Mesele vatansa gerisi teferruattır" cümlesini bir motto, bir bayrak fikir gibi sıkça tekrarlayıp durmaları yeterince manidar.
Türkiye'de darbeciliğin geçmişini hangi tarihten başlatmak gerektiği konusu hayli tartışılabilir. Devletin çatısı modernleştikten sonra bilinen ilk darbe, Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesiydi ama Sultan Abdülaziz'in tahttan indirildikten birkaç gün sonra şüpheli bir tarzda intiharı üzerine, "Yıldız Mahkemesi" ismi verilen olağanüstü bir kurul, aradan beş yıl geçtikten sonra darbecileri yargıladı ve çoğunu suçlu buldu. Sonuca ulaştığı hâlde yargı takibatına uğrayan ilk ve son darbe budur; fakat diğer taraftan Yıldız Mahkemesi hakkında tarihçilerimizin neredeyse birbirine zıt iki tarafa ayrışması çok dikkat çekicidir.
Sonraki darbe, -sırf başarıya ulaştığı için- Türk Anayasa Tarihinin en önemli kavşaklarından biri kabul ediliyor: II. Meşrutiyet; hâlbuki Meşrutiyet bir askerî isyan eyleminin neticesiydi ve eylemin sorumluları mahkeme önüne yargılanmak bir yana, "Nigehbân-ı Meşrutiyet", bugünkü dile tercümesiyle "Devletin ve düzenin kurtarıcısı" sayılarak alkışlanmışlardı. Bir sonraki darbe teşebbüsü 31 Mart Vakası, yakın tarihimizin en karmaşık olaylarından biridir. 31 Mart'ta Osmanlı Ordusu ikiye bölünerek İstanbul'un varoşlarında ve orta yerinde birbiriyle çarpışmış, kazanan taraf kaybedenleri "divan-ı harb" mahkemesine yani askerî yargıya sevk ederek cezalandırmıştı.
Aradan dört yıl geçtikten sonra 23 Ocak 1913'te Türkiye yeni bir darbeyle sarsılacaktı; bu defa iktidardan ayrı düşen İttihat ve Terakki, bir avuç fedai ile o günün başbakanlık binasını basmış, harbiye nazırını ve yaverini öldürmüş, sadrazamı silah tehdidiyle istifa ettirmiş ve yeni hükûmeti silah zoruyla kurmuştu. Sonuçları bakımından bu darbe başarıya ulaşmış sayılır; fakat siyasi sonuçları korkunç oldu. Bu darbe ile siyasi hasımlarını sindiren ve fiilen ortadan kaldıran İttihatçılar, diktayı andıran bir yönetim şekli izleyerek devleti yıkıma götüren harbe doğru koşar adım yürümüşlerdi. Bâbıali baskını da hiçbir zaman yargılanmadı ve darbenin sorumluları, devletin kurtarıcısı gibi kabul edildiler.
Tek parti yıllarında değil bizzat darbe, teşebbüsünden bile bahsedilemez; tâ ki 27 Mayıs 1960 Darbesi'ne kadar. 27 Mayıs'ın bir darbe mi, yoksa devleti kurtaran bir inkılap mı olduğu konusu hâlâ tartışılır durur fakat dikkat çekici husus, sorumlularının hâlâ yargılanmadıklarıdır; bilakis darbeyi yapanlar, darbe ile alaşağı ettikleri meşru hükûmetin üyelerini olağanüstü bir yargı kuruluşu önüne çıkararak siyasi bir intikam peşine düşmüşlerdi.
27 Mayıs, Cumhuriyet tarihimizde diğer darbelerin anasıdır ve bu darbenin hesabı görülmediği için diğer darbelere ve darbecilere ilham ve cesaret vermiştir. 27 Mayıs'ı eksik bulduğu için darbecileri devirmeye kalkışan Albay Talat Aydemir'in silahlı isyanı, neticede canıyla ödetildi fakat onu kısa aralıklarla takib eden 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri yargı önüne çıkarılamadı. 28 Şubat 1997'de olup bitenler ise darbeler tarihimizin en karanlık sayfaları sayılmalıdır çünkü bu süreçte yargı, darbe ve müdahale yanlıları ile aktif işbirliği içinde olduğunu sergilemekten çekinmemişti.
Bu açıdan Ergenekon Davası, Türk demokrasi tarihinde bir ilktir; darbeciler bu defa, usulüne göre hazırlanmış ciddi bir iddianame ile tabii usullere göre işleyen sivil mahkemelerin önüne çıkarılmaktadır. Mahkemenin neticesi ne olursa olsun bu dava, Türkiye'de hukuk düzeninin ve demokrasinin kendini normal hukuki yollarla savunma kabiliyeti kazanması bakımından çığır açıcı özellikler taşıyor.
Hukuk devletinin geleceği için artık daha ümitvar olabiliriz.
AKLINIZDA BULUNSUN: ARTIK BİR "BELGESEL DİLİ" KURABİLMİŞİZ
TRT 2'de nefis bir belgesel seyrettim; adı, "Bizim Denizler". Yapımcısı Yasemin Özyiğit, yönetmeni Atilla Özocak, görüntü yönetmeni Fatih Gündüz. TRT 2'nin yöneticilerini ve bu belgesele emek verenleri gönülden tebrik ederim; çünkü bana çok güzel bir belgesel seyrettirmekten daha fazlasını, yani bir "belgesel dili" kurmaya başladığımızın müjdesini verdiler, çok mutlu oldum. Tebrikler.
Merak edenler, dizi hâlinde devam eden bu belgeseli Cumartesi 17 sularında seyredebilirler.