Demirel'le Lucescu'yu aratan şey?

Buhran idare etmeyi, sırtımızda buhran paralayarak öğrenen liderlerden, egosunu öne çıkarmak için buhran icad eden karizmatik önderlerden sıkıntı geldi. Gidenin geleni aratması ise bir başka talihsizlik. Eskiler, "yokluk adam yokluğu" derken böyle bir şey mi kasdediyorlardı acaba?

Eski Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel'in görev süresinin uzatılması için kulis başlatıldığında kaleme aldığım yazının başını gayet iyi hatırlıyorum; tek kelimeden ibaretti: Asla! Gerekçeleri sıralamanın mânâsı yok; Demirel'i 1962'den beri tanıyor ve takip ediyorduk; neredeyse kırk yıl boyunca âşina olmanın getirdiği bir bıkkınlık söz konusuydu. Gereğinden fazla uzun süren âşinalıkların yakın tarihimizde örnekleri vardır: Meselâ II. Abdülhamid'in 33 yıllık saltanatı, o devirleri birlikte yaşayan yazar—çizer takımında buna benzer bir bıkkınlık, hatta nefret uyandırmıştı; öyle ki, ideolojik planda Abdülhamid'le yanyana durması gereken aydınlar bile bu bıkkınlığın eseriyle muhalifler zümresine katılmışlar ve fırsat bulunca en aşağılayıcı yazılar kaleme almaktan kendilerini alamamışlardı. Buna benzer bir başka vaka, fiilen 27 sene süren tek parti iktidarının toplumda uyandırdığı soğukluktur. 1950 Seçimleri, bu soğukluğun sandığa aksetmesiyle volkan patlamasına dönüştü.

Abdülhamid'in en sert muhalifleri, harp yılları esnasında onun siyasi uzak görüşlülük ve basiretini hatırlayarak en azından pişmanlık geçirmişlerdi; Demirel'in Cumhurbaşkanlığından ayrılmasından sonra, samimiyetle itiraf etmeliyim ki, "keşke şimdi Demirel Çankaya'da olsaydı" diye hayıflandığım ağır krizler geçirdik.

Biz kurtulduk, alın hayrını görün

"İllâ ki gitsin, yerine gelecek olan ondan daha kötüsü olamaz" diye kendimi kurduğum bir başka isim ise Galatasaray'ın eski teknik direktörü Lucescu idi. Bu yılın Mayıs başlarında yazdığım bir "serbest vuruş" yazısında Lucescu'yu aynen şu sözlerle eleştirmiştim: "Lucescu'nun çorbada elbette tuzu var ama benim kadar. 'Sen kimsin ve futbol kariyerin nedir?' diye sual edecek olursanız şöyle cevap veririm: Geçen sezon boyunca kulübeden takımı idare eden teknik direktör Lucescu'nun yerinde ben olsaydım, Galatasaray en azından yine aynı başarıyı tekrarlardı. Lucescu, lig boyunca takımını kenardan yönetmekte bana göre büyük acz ve zaafiyet gösterdi. İyi bir antrenör olabilir; taktik bilgisi elbette benden fazladır ama asla iyi bir taktisyen olamadığını gösterdi. Bir orduyu savaşa hazırlamakla savaşı bizzat yönetmek birbirinden farklı şeylerdir. Lucescu ordusunu savaş meydanına sürüyor ve neticeyi mütevekkil bir eda ile bekliyordu. Yaptığı bütün taktik değişiklikleri, en azından onbeş dakika öncesinden kestirebilmiş olmam, işte şimdi bana böyle ukalâca konuşmak hakkını veriyor. Ligde şampiyonluk kazanan takımın teknik direktörü olmak hiç şüphesiz Lucescu'nun elini ve kariyerini güçlendirmiştir ancak asıl başarılı olması gereken Avrupa arenasında seçtiği korkak taktik ve oyun planı ile, düşünce zenginliği bakımından Galatasaray'ı taşımaya muktedir olmadığını da gösterdi. Kulüp yönetimi Lucescu'ya teşekkür etmeli ve onunla yolunu ayırmalıdır." Halbuki Lucescu topu topu iki sene çalışmak fırsatı bulmuş ve elindeki malzemeyle iyi sonuçlar almayı bilmişti; oysa ki Lucescu'nun Beşiktaş'a transfer olduğu gün Beşiktaşlı ahbablarla nasıl dalga geçtiğimizi gayet iyi hatırlıyorum; "Biz kurtulduk, alın hayrını görün" demeye getirmiştik resmen. Evet, çabucak bıkıvermek belki çoğumuzu nitelendiren bir davranış kalıbı; bunda gündelik yaşama alışkanlığının hissesi var. Uzun vadeli, sabır ve temkine dayanan projelere karşı pek sıcak bakmadığımız da kesin. "Gelen gideni aratır" sözünün bizde neredeyse kanuniyet hükmü taşıması sebebsiz olmamalı.

Yokluk adam yokluğu

Neyse ki aynı yazının sonlarında ise, "Tamam Lecuscu gitsin ama, yerine Fatih Terim değil, bir başka Türk çalıştırıcı gelsin" diye bir kayıt koyduğumu hatırlıyorum; Lucescu gitmeliydi ama bu Terim'in gelmesi anlamına gelmiyordu ve tenkidimin ana fikri şu cümle üzerinde yoğunlaşmıştı: "Fatih Terim, artık kendisine bile zarar vermeye başlayan müthiş bir benlik gücüne sahip bulunmakta ve işin fenası bu gücü sergilemekten zevk almaktadır". Tabii sağlıklı bir basın taraması yapmak imkanım yok ama tahminimce Fatih Terim'in GS'a getirilmesine karşı çıkan belki de tek yazı buydu.

Aradan aylar geçti ve Terim evvelâ Lucescu'nun takım kompozisyondaki kilit oyuncuları elden çıkararak işe başladı ve yerine uygun gördüğü transferler yaparak işe koyuldu. İlk maçlarda takım iş yapıyor intibaını verse de haftalar geçtikçe ligde kötü oynamaya, şampiyonlar Ligi'nde ise kötü oyunun üstüne garip mağlubiyetler almaya başladı. Bugün itibariyle Galatasaray'ın şampiyonlar liginden elenmesi neredeyse kesin gibidir. İsmini hatırlayamadığım bir futbol yazarı, "Oyuncular formsuz olabilir ama Fatih Terim'in de formsuz olabileceği ihtimali kimsenin aklına gelmiyor" mealinde bir fikir ileri sürerek ilginç bir tesbitte bulunmuştu; o ihtimal bugün ihtimal olmaktan çıkıp gittikçe kuvvet kazanıyor. İstanbul'da Rus takımının Galatasaray'ı evire çevire 2—1 yendiği maçı seyrederken, "Lucescu'nun takımı olsa böyle olmazdı" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bir kere daha gelen gideni aratıyordu ve Fatih Terim'in güçlü egosunun bu defa onu nasıl başarısızlığa götüreceğini tahmin etmiş olmak hiç de zevk vermiyordu. Kendi yanılgılarımı umuma teşmil etmek doğru değil elbette; mesela futbol basınında hemen hiç kimse Fatih Terim'in hayli zamandan beri yanlış hareket ettiğini, kararlarında hissi davrandığını açıkça söylemeye cesaret edemiyor; en muhalif kalemler bile, "Fatih Hoca durumu düzeltir, futbol bilgisine güvenim tamdır" yollu te'vil cümleleri kurmaktan kaçınamıyor.

Belki siyasetten ve futboldan yeterince anlamadığım için olsa gerek Süleyman Demirel hakkında "Asla" başlıklı yazı kaleme almama pişman olup duruyorum; Lucescu'nun kılığına—kıyafetine takılıp kaldığım, mütevazı kadrosuyla takıma arslanlar gibi top oynatmasının kıymetini bilemediğim için kendime kızıyorum. Buhran idare etmeyi, sırtımızda buhran paralayarak öğrenen liderlerden, egosunu öne çıkarmak için buhran icad eden karizmatik önderlerden sıkıntı geldi. Gidenin geleni aratması ise bir başka talihsizlik. Eskiler, "yokluk adam yokluğu" derken böyle bir şey mi kasdediyorlardı acaba?

ALINTI:

"Patrikhane kilisesinde Ayia Efimia, Ayia Theofanu ve Ayia Solomoni'nin kemikleri birer lahit içinde saklanmaktadır. 451 tarihli Kadıköy Konsili'ndeki monofizizim—diofizizm ( Allah'ın birliği ve Bir Allah'ın sıfatları) anlaşmazlığında iki görüşün yazılı olduğu metinler, bir seçim yapması için Ayia Efimia'nın lahdine konur; lahit açıldığında, monofizitlerin metninin Ayia Efimia'nın ayaklarında, diofizitlerinkinin ise elinde olduğu görülür. Böylece konsil diofizitlerin üstünlüğü ile kapanır."
-- Yorgo Benlisoy, Konstantinopol'den İstanbul'a Patrikhane, DA (Diyalog Avrasya dergisi), S: 7, Güz 2002, s. 80

FIKRA:

YARASIN

Doktor yol üstünde komşusuna rastladı, selamlaıtıktan sonra;

-Nasılsınız hanımefendi, dedi "kocanız verdiğim son rejimin faydasını gördü mü?"

-Elbette doktor, diye cevap verdi kadın "hem de nasıl; hatırlarsınız, kocamın göğsünde bir kayık dövmesi vardı hani?"

-Evet, hatırlıyorum.

-Tamam işte o kayık, şimdi bir uçak gemisi oldu!

SÖZ:

Bu da dahil tüm genellemeler yanlıştır.
-- F. Nietzsche

Kaynak (Arşiv)