Değer mi, değmez mi?
Bir insan konuşmadığı halde ancak bu kadar çok şey anlatabilirdi; Nuriye Akman'ın Diyanet İşleri Başkanı'yla yaptığı röportaj, "Türkiye'de din, devlet ve toplum ilişkileri" konusunda istifade edilebilecek en anlamlı ve kapsamlı belgeyi teşkil ediyor. Sayın Mehmet Nuri Yılmaz'ı cevaplarından ötürü şahsen muaheze ediyor mevkiine düşmek istemem; şüphesiz o, resmi görevini ön plana koyarak kendine göre bir "yorum yok" mevziinde tutunmaya gayret ediyor. Verdiği cevaplardan bazılarını yeniden hatırlatmama müsaade eder misiniz: "Bu konulara girmeyelim..., Bırak şimdi bunları..., Onları karıştırma..., Ya bırak şimdi bunları..., Bu soruyu da geçelim..., Bırakalım bu soruları..., (mealen) Böyle bir soru sorma..., Bu Din İşleri Yüksek Kurulu'nun meselesi..., Yok öyle bir şey..., Yetkimiz yok, yani onların sahasına giremiyoruz..., Bilmediğim konu hakkında bir şey söylemek istemiyorum..., O benim dışımda..., Onu da sonraya bırak..., Sen de hep ters şeylere giriyorsun..." Takriben onbeş önemli sual bu gibi "eskiv" cevaplarıyla geçiştirilmiş. Haksızlık etmeyelim, Sayın Yılmaz'ın son cevabı, yukardakilerle mukayese edilmeyecek ölçüde berrak ve anlamlı: "Evde kültür fizik yapıyorum."
Buna da şükür!
Sayın Mehmet Nuri Yılmaz'a gıyabında hürmetim vardır; samimi bir sohbet imkânı olsa kendisiyle dünya görüşü itibariyle bir farklılığım olacağını da zannetmem. Sayın Yılmaz'ı son derece hayatî önem taşıyan sualler karşısında hareketsiz ve ketum bırakan şey elbette ki resmî kimliğinin zorladığı "duruş yeri"dir. Aynı duruş yeridir ki, Milli Eğitim Bakanı'nı Satanizm'le resmen mücadele etmek ihtiyacı belirdiğinde insanı gülmekle ağlamak arasında bırakan garip ve alaturka bir usûle mecbur bırakıyor.
Bilineni yeniden hatırlatmakta fayda var: Diyanet İşleri Başkanlığı, Başbakanlık'a bağlı bir devlet bakanlığının resmi hiyerarşisinde görev yapan bir genel müdürlüktür. Sayın Mehmet Nuri Yılmaz bir genel müdürdür, bir bürokrattır. Yerinde kim olsa, Sayın Akman'ın sorularına üç aşağı"beş yukarı aynı türde cevap vermek zorunda kalırdı.
Bizdeki garip laiklik uygulamasının yöneldiği tek anlam var: Devlet, dini hayatı kontrolü altında bulundurmak istiyor. Dinin devletten tamamen ayrı bir alanda kendi işlerini tedvir etmesinden büyük ürküntü duyuyor; buna kısaca Türkiye'de dini hayat, devletin egemenlik kapsamı içindedir demek de mümkün. Devletin egemenlik ve kontrol alanı dışında var olmaya çalışan dini fikir cereyanlarını, en azından potansiyel tehdit diye algılanmasının temelinde bu sebep (ürküntü de diyebilirdik) yatıyor.
Mekke'ye intikalimizin ertesi günü (17 Şubat) Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Aziziye semtindeki binasında basın toplantısına katılmıştık. Bu toplantı esnasında Sayın Yılmaz'ın mânidar derecede sıkça kendisine danıştığı, söz verdiği bir danışman bütün basın mensuplarının dikkatini çekmişti. Daha sonra o şahsın emekli bir ordu mensubu, emekli bir albay olduğunu öğrendik. Bu durum gazeteci arkadaşlar arasındaki özel sohbetlerde konuşuldu ve hayli garip karşılandı ama zannediyorum gazetelere aksetmedi. Nitekim o toplantıda bir başka ilginç olay daha yaşandı: Sayın Yılmaz, bayram sabahı Mekke'de kesilecek kurban etlerinden yüklüce bir miktarın dondurularak Türkiye'ye nakli konusunda ön anlaşma yapıldığını söylemişti. Birkaç gün sonra Türkiye'den gelen bir resmi açıklama, Türkiye'nin böyle bir talebi olmadığını belirtiyordu. Sayın Başkan'ın içine düştüğü sıkıntılı durum da gazeteciler arasında konuşuldu ama şahsına ve makamına duyulan saygıdan ötürü o meselenin dahi üzerinde durulmadı.
O zaman şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: "Değer mi yahu?" Sayın Akman'ı bir kere daha tebrik ederim; yaptığı sohbet bir röportaj klasiği sayılacak ölçüde anlamlı, Türkiye'de din ve devlet ilişkilerini birkaç sayfada özetleyecek derecede berrak ve öğreticiydi.
Haa, demek ki değiyormuş!