Defibrilatör
Abdülhamid devrindeki isimleri zâdegân ve bendegân idi. O devrin tek iktidar ve meşruiyet kaynağı saraya yakın dururlardı.
Devlet ni'metleriyle nemâlandıkları sürece pâdişah "velinimet"i bî minnet"leri idi; gözden düşüp de meselâ Bursa vilayeti emrine "mektupçu" sıfatıyla tardedildiklerinde düştükleri hayal kırıklığı o nisbette derin olur, kendilerini "sürgün" sayar, Erenköy'den ötesini "tahammülfersâ bir keyfiyet" addederlerdi. Gariban İttihatçılar kendi "societe"lerini inşâ edecek zaman ve fikr"i selim bulamadılar; çok çok birkaç harp zengini, vagon muhtekiri ve gözünü politikada yükselme hırsı bürümüş üç"beş Bonapartist zâbittir onlardan artakalan. Cumhuriyet'in bendegânı, menşe itibariyle Meşrutiyet devrinin muvaffakiyetsizleri arasından çıkmıştır: Yakup Kadri'nin "Politika'da 45 Yıl"ını bir de bu gözle okumalı; üstad kendini inkılapların muvaffakiyete erişmesi için "missione" edilmiş addeder ve bir yerlere yakın bulunmak arzusunu daima bu görev duygusu ile meşrulaştırır. Atatürk veya İsmet Paşa; bu iki güç santralinden birinden uzak kalmak, diğeriyle yakınlaşmak anlamına gelir pratikte. Kitabın neredeyse tamamı, bu "velinimet" ihtiyacının pek de iyi gizlenememiş itiraflarıyla doludur. Geçelim; Cumhuriyet'in seçkinleri bugün dahi varoluşlarını devletle ilintilendirmek ihtiyacındalar. Yakup Kadri nesli için bu ilinti "maaş ve ödenek"le somut hale geliyordu; bugünküler için âtıfetin ismi değişmiştir. Bu memleketin en dayanıklı zengini bile devletin meşruiyet ve iktidarla gölgelediği mıntıkaların dışında cevelân etmekten ürken bir yapı sergiliyor.
Bir gazete haberinde THY uçaklarına "defibrilatör" cihazları satın alınması için harekete geçildiğini okuduğumda gülümsemekten kendimi alamadım; böyle bir âletin ne kadar büyük ihtiyaç olduğunu dünün gazeteleri yazmıştı. Kalp krizlerine müdahaleyi kolaylaştıran aracın tanesi on bin dolarmış ve "sıkı durunuz" Mozambik Hava Yolları'nda bile mevcutmuş! Bunda ne var diyebilirsiniz, bunda ne var sahi? Bu memleketin cumhurbaşkanlarından biri Çankaya Köşkü'nün bahçesinde kalp yetmezliğinden öldüğünde bile tıbbî müdahale eksikliğini bu kadar dert edinmemiştik; gelişiyor muyuz? Evet, gelişiyoruz!
Daha önce yazmıştım, bu haber de aynı mealde: Önceki gün Trabzon'la Akçaabat arasında bir minibüsle bir pikap çarpıştı ve yedi kişi öldü. Bugünün gazetelerine şöyle bir göz gezdiriniz lütfen; bakalım kayıp yakınlarının kaçının babası bu işleri protesto etmek için peşine bir gazeteci ordusu takarak Ankara'ya yürüyecek? Yürüdü diyelim, "Yollar yürümekle aşınmaz." sözü böyle sıradan insanlar için söylenmiş olmalı. İlginç bir not: Bağdat Caddesi'ndeki kazada evladını kaybeden babanın Meclis Başkanı tarafından kabul edildiği gün, yüzlerce belediye başkanı bir araya gelip dertlerini anlatmak için Meclis derûnuna girememişlerdi. Ben isabetli kanun diye buna derim işte; Meclis civarının bir kilometre açığında gösteri yapmak yasağı yüzünden milyonlarca oyu temsil eden başkanlar polis kordonuyla göğüslendiler; tam bir "erkekseniz teker teker gelin" raconu değil mi bu?
Trabzon"Akçaabat kazasında ölenlerin Avrupa Birliği'nde ne işi var; fakat Bağdat Caddesi, Etiler, Levent mıntıkasının trafik mağdurları çoktan beridir AB kapsamındadır ve mesele bu kadar berraktır. Gelir makasının düşük ağzında kahir ekseriyeti teşkil edenler için kazada ölmek de dahil her türlü ölüm sebebi mûtaddır, cehâlettir; görgüsüzlük, kıroluk, gerzekliktir; ama Türkiye'nin "creme de la creme" tabakasında yer alan bahtiyarlar için böyle ölümler ya ihmaldir, ya kasıt; elitler hep genç ölürler, "sırasız" giderler, tabuta yakışmazlar ve nedense tesâdüf gibi hep de alkışlar refakatinde uğurlanırlar.
Sanatçıyı, fikir ve siyaset adamını sağlığında gerçek bir liyakat sergilediğinde alkışlayacak veya tam tersi domates yağmuruna tutup ıslıklayacak "değerlendirme kalitesi"nden mahrum olanların vicdan azabının sesi midir alkış? "Ölüye gidip ağlamalı, düğüne gidip oynamalı." derler bizde. Ölüyü alkışlamanın ölüye hayrı olmadığı âşikâr; takdir, vefâ duygusu, minnet gibi yüksek hisleri ifade için fikirden, sanattan behresi olanlar kalabalıkların değil, hünerin dilini konuştururlar, varsa tabii! Sormalı, "Sadaka"i câriye" nedir, ne işe yarar?
Meclis'te pankart açılmasına; hatta bir kilometre civarında gösteri yapılmasına tahammülümüz yok; ne dereceye kadar "fikir" olup olmadığı bile tartışılabilecek naif mukayeselerin üstüne koca bir pertavsız koyup bundan "vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü" zedeleyecek tehdit ibareleri çıkarmakta yektâyız; bir ahbab düğününde bizim için ayrılan yer eğer protokol edebine mugayirse çekip gitmeyi biliyoruz. E, kanun var, protokol var, gelenek var; peki bu memlekette cenaze âdâbı diye bir şey henüz teessüs etmemiş midir ki garip arayışlar içine giriyoruz? Vaktiyle "Kahveler bile parti esasına göre siyasî kamplaşma mevkii oldu" gerekçesiyle ihtilal yapıldı bu ülkede. Bölücülüğe karşı hassasiyetimiz müthiş; peki, cenazede "yeni usul" çıkarmak neyin nesi? Başka bir "hayat tarzı" üzre bulunduğunuzu deklare etmenin cenazeden başka mahalli kalmadı mı?
Ölene mi yazık oluyor, kalana mı belli değil!
Gelir dağılımı makasını zaten sonuna kadar açtınız, bari iki ağzı birbirine tutturan perçini bu kadar kurcalamasanız; üstelik sizden her mahalleye bir "defibrilatör" cihazı koymanızı bile isteyen yoktur.