Dedemin tabancası
Dedem devletten çok korkardı; korktuğu kadar da saygı gösterir, ciddiye alırdı.
Küçücük oturma odasındaki tek kişilik köşe minderinin altında, onun devletle kurduğu bütün ilişkilerin belgelerini sakladığı küçük, tahta bir sandık vardı. Okuma-yazma bilmediği için ara sıra o kutuyu açar, içindeki evrakın ne idüğünü bana okutturduktan sonra yeniden saklardı. Öldükten sonra o kutu yeniden önüme geldi; bu defa hakikaten saklanmaya değer şeyler olup olmadığı konusunda bilirkişiliğim talep ediliyordu: 50’li, 60’lı yıllardan kalan su ve elektrik ihbarnameleri, emlâk vergi makbuzları, seçmen kâğıtları vesaire. Sağlığında, “Bunları saklamaya gerek yok, atalım gitsin.” dediğimde, “Sen devleti bilmezsin oğlum; günü gelir lâzım olur.” diyerek rıza göstermiyordu. Sonradan öğrendiklerim onu haklı çıkardı: Devlet, vatandaşa karşı icab ettiğinde kendi kayıtlarına bakmaya üşeniyor ve vatandaşı isbat hakkını kullanmaya davet ediyordu. İlgili evrakı siz göstermeliydiniz, aksi takdirde hakkınız yanardı.
Siz olsanız böyle bir devletten korkmaz mıydınız? Dedem haklıydı.
Onun bir tabancası vardı; tabii ruhsatsız! Çoluk çocuğun önünde tabanca lâfı edilmezdi ama bir keresinde bal mumu sürülmüş muşamba bezlerin içine sardığı şarjörlü silahını görmüştüm. Evini, avcumun içi gibi bildiğim halde nerede muhafaza ettiğini hiç bilemedim. Delikanlılık hevesi ve memleket kurtarma heyecanının rüzgârına kapıldığım günlerde ağzını yoklamıştım, belki silâhını bana verir ümidiyle. Duymamış gibi davrandı, ısrar edince, “Ben tabancayı ne yapayım, sattım gitti.” diye savuşturdu beni. Bu defa sadece devletten değil, câhilliğimden de ödü kopmuş olmalıydı. Bir delikanlının eline silâh verip, “al bununla kendini koru; icab ederse düşmana karşı kullan” diyeceklerden değildi. Silahı ezkazâ yakalatırsam, benimle birlikte kendisinin de okkanın altına gideceğini biliyordu. Zannediyorum o günlerde silâhı elden çıkarmış olmalı ki pek mütevazı terekesinden, eski tip kapı anahtarı ile muhtar çakmağından başka demir nâmına bir şey çıkmadı.
Eskiden eşkıyalar da vardı; galiba nâmus ve tarla ihtilâfı cinayetleri yüzünden dağlara kaçıp gizlenen, darda kalınca yol kesip yolcu soyan ve civardaki köylerden himâye gören zararsız adamlardı bunlar. Şimdikilere göre oyuncak gibi sevimli, hattâ cana yakın tipler. Yaptıklarına “şekavet” denirdi o günkü tâbirle; fazla sürmez yakayı ele verir, mapus damına düşüp kaybolurlardı. O devrin eşkıyaları, ünlü kabadayıları büyük lâflar etmeyi henüz öğrenmemişlerdi anlaşılan; devletten en az dedem kadar korkarlardı. Bir kanun kaçağının eninde sonunda yakayı ele verip yargılanacağı “Âmentü” gibi imân edilen bir inançtı. O devrin eşkıyasını, hatta banka soyguncusunu herkes bilirdi, o kadar azdılar ki: Eşkıya Hamido, Gangster Necdet Elmas ilk aklıma gelenler.
Hayatta olsaydı, yaşadıklarımıza herhalde çok şaşırır, inanmakta zorluk çekerdi. Benim kuşağıma mensup olanlar, dedelerinden intikal eden o korku ve saygı duygusunu bilirler. Şimdi aynı kuşak devletle köy eşkıyası, kanunla kabadayı, polisle gangster arasındaki o bildik ve muhkem duvarların nasıl şekil ve muhtevâ değiştirdiğini fark etse de mânâ vermekte güçlük çekiyor.
Galibası yok; eski devir adamıyız, kabul ediyorum.
Not: Bu yazı, kesinlikle siyâsî gönderme maksadı gütmemekte olup sadece kriminal bir nokta-i nazardan değişen devlet-fert ilişkilerine şöyle bir göz atmak maksadına mâtuftur. Aksini düşünen bednamdır.