Dede yüzü görmemiş bir yazardan, dört kısım, tekmili birden bir dede yazısı
Peşinen söyleyim (söyleyeyim); ben dede yüzü görmemiş biriyim; anlatacaklarımın yarıdan çoğu ikinci el bilgilerden oluşuyor.
Daha fenası yüzlerini de bilmiyorum. Baba tarafından dedemin bir resmini görmüştüm vaktiyle ama pek zihnimde iz bırakmamış. Siyah-beyaz, hani o "paytoncuların ordaki" fotoğrafhanelerden veya postanenin arkasındaki şipşakçılardan birine çektirilmiş ayak üstü, bulanık mı bulanık, asık suratlı vesikalıklar vardır ya; ondan işte.
Gözlerinin açık renk olduğu anlaşılıyor. Rahmetli annem mavi gözlü olduğunu söylemişti; "gök gözlü, sarıyağız" birisi imiş.
Mesleği bakkallık. Meydan Camii'nin oralarda bir yerde bakkal dükkânı varmış.
Adı Abdülaziz. Soyadı Kanunu'na yetişebilmiş miydi, bilmiyorum; bir ara Nüfus Müdürlüğü'ndeki bir tanıdığın sâyesinde Gökmedrese mahallesinin kütük defterini çıkarıp eski yazılı kayıtları inceleyerek bir soyağacı çıkarmıştım. Yanlış hatırlamıyorsam Abdülaziz dedemin babası da esnaf, dedesi de. O soy ağacını şimdi nereye koyduğumu bulamıyorum. Hep böyle olur, "Önemlidir, ortalıkta çarçur olup kaybolmasınâ¦" diye bir şeyi öyle "kayım" bir yere saklarım ki, bu defa hakikaten kaybolur.
Neyse⦠çıkar bir yerlerden nasılsa...
Bakkallığını gören, bilen bir görgü şahidi dinlemiştim vaktiyle. Size onu da tanıtacağım, çünkü o da bu mevzuya dahil birisi aslında; kan bağı ile değil, hükmen dede çünkü o. Bakkal Kara Ziya. Önceleri Ziya Aydemir idi, sonra "Biz aslen Diyarbekir'den gelmeyiz." diye mahkemeye başvurup soy isimlerini "Diyarbekirlioğlu" yaptırmıştı.
Aslında dedem değil, halamın kocası. Biz ona hep dede dedik; o da benimsedi, "Bana enişte deyin, ben sizin dedeniz filan değilim." demedi bir gün; esasen dedelik namına ne varsa ondan gördük; yani bu "hükmen" lâfı, Sivas ağzıyla "naylon dede" mânâsına gelmiyor. Allah gani gani rahmet etsin; çok iyiliğini gördük. Onu düşününce aklıma hep bana ve kardeşlerime karşı şefkat ve sevgi dolu bakışları, davranışları, ikramları geliyor.
Benim dedem bakkallar padişahıydı be...
Lâfı araladık; "Hükmen" dedem de bakkal fakat benim asıl dedem Abdülaziz Efendi'den sinnen hayli küçük. Kara Ziya demişti ki, "Senin Aziz deden bakkalların reisi, şeyhi filan gibi bir şeydi; bir nevi dernek başkanı, o zamanki adıyla erkân şeyhi. Şeyh filan diyoruz ama laik okuyucularımız tamamen müsterih olmalıdırlar zira Aziz dedemin şeyhliği, tarikatten ötürü değil. Bakkallar derneğinin başkanı.
Ziya dedem diyor ki, " Sert adamdı, barut!.. Biz daha o zaman genciz, dükkânına bile merasimle korkuyla giriyoruz. Dediği dedik bir adam. Dahilin dibinde rakı şişesi eksik olmaz. Canı çektiğinde çaktırmadan çekip bir tane yuvarlar."
E, şu benimki de hayırsızlık resmen! Allah taksiratını affetsin, şimdi onun ara-sıra çakıştırmasından söz açmanın ne gereği var diyeceksiniz. Haklısınız ama hakkında bildiğim şeyler zaten bu bir kaç hatıra kırıntısından ibaret.
Bu dediği dedik adamın evinde de aynı derecede sözünü yürütüp yürütmediğini bilmiyoruz ama öyle olsa gerektir.
Kara Ziya anlatıyor yine:
"Bir gün sabah erken çarşıya gelirken baktım, Tokatlı bir katırcı, hayvana pırasa vesaire yüklemiş, "Hapen"e (Kapan sözünün Sivas ağzındaki değişmiş hali; sebze hali mânasında) götürüyor. Hapene girince iş bitti zaten. Etrafı kollayıp katırcıyı razı ettim. Sebzeyi benim ardiyeye yıktırdım. Lâkin kim gördü, nasıl duyuldu ise bu senin Aziz dedenin haberi olmuş. Ãağırttı, dizim titreye titreye gittim...
-Nedir lan yavrum Ziya bu senden çektiğimiz; kaçıncı kabahatın bu oğlum. Hapene girmeden mal yıktırılmayacak demedik mi?
-Kem.. küm...
-Cezalısın ulan, bu cuma günü dernek mensuplarını Yukarı Tekke'de ağırlayacaksın. Yürü git şimdi, yıkıl!
Kara Ziya diyor ki, "Yav kardaşım, lokantaya götürüp kebap ısmarlasam bundan bin kerre iyi. Bir sürü araba tuttum, içine evden sırt yastığı minder, kilim döşedim. Ağaları bindirdim, tekkenin altına götürdüm. Aşçılar kebap pilav helva pişiriyor, ben boyuna hizmet ediyorum. Akşama kadar anam ağladı. Akşam adamları at arabası ile tek tek evlerine dağıttım da öyle kurtardım. Üç kuruş kazanayım derken beş yüz kuruş ziyana girdim eyi mi?"
İrtica var arkadaş, misal: dedem!
Ana tarafından dedemden hiç bahsetmedim. O da (eben an ced)? Sivaslı. Adı Süleyman, annem, " 'Hamamcı Süleyman Ağa' derlerdi" diye anlatırdı hep. Yemen gazilerinden. Harb-i Umumiye de katılmış olmalı ki, o günlerden bir gün ortanca teyzem İmaret Mahallesi'ndeki evlerinin avlusunda oynarken, koşa koşa içeri girip annesine (yani anneanneme),
-Abaa kapıda sakallı bir herif var! diye ihbarda bulunmuş. Anneannem yemenisini burnunun ucuna kadar örtünüp kapıya varınca ne görsün?
Dedem, Süleyman dedem.
Büyük dayım, "Mevlevi idi; evde toplanır sohbet ederlerdi, iyi hatırlıyorum" demişti. Annem ise pek sinirli, dediğim dedik cinsinden örflü bir zat olduğunu hatırlıyor. Askerden dönünce bir zaman esnaflıkla uğraşmış, evde tütün kıyıp satarmış. Sonradan hamam işletmeye başlamış, vakitsiz ölümü üzerine anneannem başlamış hamam işletmeciliğine.
Fotoğrafı yok Süleyman dedemin. Niçin derseniz pek basit bir sebebi var: Adam öyle az buz değil, dehşetli mürtecilerden. "Gâvur icadı" demiş çektirmemiş.
Dedemin irticâ dosyasında katmerli bir sâbıkası daha var: 1930 senesinde tren Sivas'a gelince, "Atsız araba nasıl yürüyor?" diye merak içinde bilcümle ahali merak ile istasyona koşmuşlar, dedem hariç!
Gerekçesini artık biliyorsunuz: Gâvur icadı da ondan!
...
E, taşı gediğine koyalım artık; dedesine bak torununu al!
Hükmen dede: Bakkal Kara Ziya
Bende dede çok, az evvel bahsettim idi. Hükmen dedem Kara Ziya var sırada.
Kara Ziya, halamızın (aklınız karışmasın, biz teyzeye hâlâ "hala" deriz) kocası olmak bakımından dede hukuku içinde mütalâa ettiğimiz bir aile büyüğü. Eski tâbirle "bilâveled"di, yani çocuksuz. Bu yüzden olsa gerek, halam sülâlenin bütün çocuklarının ikinci annesi gibiydi, özellikle de benim. Vâkıa genç yaşta veremden kurtulamayarak rahmete intikâl etmiş küçük halalarımdan birinin kızını evlâd edinip nüfusuna kaydettirmişti ama onun çocuk sevgisi, konu komşunun çocuklarını da çerçevesine sığdıran vâsi ve derin bir muhabbet.
Aynı muhabbet ona da sirâyet etmiş gibiydi lâkin tezâhür ettirmekte zorlanırdı; özellikle bana ve kardeşlerime karşı sesini yükselttiğine, azarladığına veya bir arzumuzu geri çevirdiğine hiç şahit olmadım. Sert ve kara görünüşünün aksine yufka yürekli, merhametli, tavuğun kesilmesini seyredemez derecede hassas bir adam.
Hanımına yani bizim halamıza karşı, dışarıda oynamaktan hoşlandığı sert adam rolünü sürdürmek istercesine gösteri yapar, akşamları kapıdan içeri mutlaka homurdanarak girer, söylenir, çıkışır özellikle halamın gündüz gezmelerine ateş püskürür, gündelik rolünü ifâ ettiğine kanaat getirince sâkinleşip yerine oturur.
Okuma yazması yok; ince hesap da bilmez. Paraları tanır, yuvarlak hesapları zihinden yapar lâkin çetrefil bir "aksâta" meselesiyle karşılaşınca (Arapça "ahz ü itâ" yani alışveriş kelimesinin halk dilinde yuvarlanmış biçimi) altından kalkamayacağını bilir, dükkânda bu hesabı yapabilecek birisi varsa ondan meded umar, yoksa kısaca "yok" der, savuşturur vaziyeti.
-Ne demek yok, şurada var işte; 350 gram kuru üzüm tartsana!
-Yok dedikse yok, üsteleme, git başkasından al!
Kilosu diyelim ki 275 kuruş olan kuru üzümün 350 gramının kaç kuruşa tekabül edeceğini hesaplamayı gözü kesmez. Bu özelliğini bilen muzip dükkân komşuları, alışveriş için şehre inmiş bir köylü bulur; eline 45 kuruş sıkıştırıp 200 gram toz şeker almaya yollarlardı dükkâna. Böyle "gıcık" müşterileri kovmaktan beter ettiğine hayli şahid olmuşumdur çocukluk günlerimde.
Uzatmayalım, Kara Ziya dâr-ı dünyada sadece hükmen değil, fiilen dedelik şefkat ve yakınlığı gördüğüm adamdı.
şahdede
Bir dedem daha var benim;
Şahdede!
Nâm-ı diğer Ehramcızade İsmail Hakkı Efendi.
Ablamın büyük kayınbabası idi. Annem ve halamın bağlı bulunduğu Nakşibendi dergâhının Sivas'taki temsilcisi. Niçin Şahdede derdik bilmiyorum, bütün çocuklar öyle tesmiye ederlerdi.
Ãok ekmeğini yedik, duasını aldık.
İsim babamdır.
O kadar.