Davud Özgül: 'Bir adam biriktirdim'

Önceki cumartesi, Çengelköy'ün Yıldırım Beyazıt Camii'nde bir arkadaşımızı rahmet yolculuğuna uğurladık. Yarısı cami kapısı önünde bekleşenlerden değildi cemaat; namaz vaktinde camide, cenaze namazı için avluda vakarla görevlerini yaptılar.

Giden, Çengelköy Çınaraltı Hamdullah Paşa Camii imamı Davud Özgül hoca'ydı; uğurlayanlar ise cemaati ve dostları. Üsküdar Belediye başkanından kaymakamına, müftüsüne kadar bu “sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir” mısrâına mâsadak insan için oradaydılar. Orada olsaydınız, “Keşke vakt-i merhûn gelince beni de böyle yolculasalar” derdiniz. Öyle güzel bir adam, öyle samimi bir cemaat...

MAHALLE BASKISI

1966 doğumlu. Urfa'nın Bozova ilçesine bağlı Hacılar köyünden. Nizip'te yatılı bölge okulundan sonra babanın tercihi doğrultusunda İmam-Hatip Lisesi...

“Mahalle baskısı” o an başlamıştı. ‘Cenaze mi yıkayacak!” İmam Hatip okullarına gidenlere o yıllarda böyle bakılıyordu. Anam bana baktı minicik ‘Sarı' oğlu ve cenazeler! Kabullenemedi. Sesini yükseltti. Yüzünü ekşitti, ne yaptıysa olmadı. Babam doğunun çocuğuydu, ilerlemiş yaşına rağmen bu mesleğe her zaman heves eden biri olarak, gayesine benim üzerimden ulaşmak için beni imam yapmak istiyordu. Aradan 34 yıl geçmesine rağmen, anam ikna olsun diye unutamadığım şu cümleyi söyledi yoksul babam: ‘Hiçbir şey olamazsa bari imam olsun.'

Davud Özgül, muhabbeti ve varlığı ile güzel bir insandı.

BİR İNSAN BİRİKTİRDİM

Henüz 46 yaşında yakalandığı hastalığın son aylarında kaleme aldığı “Bir İnsan Biriktirdim” adlı kitabında daha neler yok ki? İlahiyat eğitimi için İstanbul'a nakledip Çengelköy'de imamlığa başlaması, o esnada başından talihsiz bir vaka geçen kız kardeşine yardım için cami sokağında seyyar sahaflık mesleğine başlaması... Bu esnada eline düşen ilginç “terekeler”...

ÇOPUR MUSA'NIN DERSİ!

Bir gün sınıfta şöyle bir soru sordu Musa Hoca: “Öğrenciler arasında her öğretmenin bir lakabı vardır. Benim lakabım nedir?” Kimse konuşmadı. Ben cevap verdim: ‘Çopur Musa' diyoruz hocam dedim. Bunu da yüzündeki deliklerden ve İnkılâp tarihi dersinde geçen Aznavur Ayaklanması'ndan esinlenerek geliştirdiğimizi söyledim. Hoca kısa bir süre sustu sonra; “Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte bu kimseler zalimlerdir.” ayetini okudu ve ortalığı bir sessizlik kapladı. Hoca bize bir şey daha öğretmişti. Hem de kendi üzerinden uygulamalı olarak. Musa Hoca benim için elleri öpülesi bir adam olarak kaldı.

İSLAMCILIK SERÜVENİNDE

1981 yılında ilk kez İktibas dergisi ile tanıştım. Daha sonra bazı kitaplar okumaya başladım. Seyyid Kutub'u, Ali Şeriati'yi o yıllarda tanıdım. Okulda hocalarımızın genel anlamda tavsiye ettiği kitaplar bu çerçevedeydi. O günlerde pek sorgulamadık ama tek yönlü bir okumanın doğru olmadığını şimdi daha iyi anlıyoruz. Keşke o gün başka insanları da okuma şansımız olsaydı. Sağ ve sol tabir edilen dünyanın beslendiği kaynakları biz de okuyabilseydik. Çünkü o okumaları 20 sene sonra yapınca, buruk bir acıyla birlikte geç kalmışlığınızı hissediyorsunuz.

Okulumuzda bulunan hocalarımızın büyük bir çoğunluğu o günün tek anlayışı olan MSP geleneği içinde düşünen insanlardı. (...) İran İnkılâbı, daha önce etkisini sürdüren İhvan-ı Müslimin hareketi de dikkate alındığında İmam Hatip okullarının neden bu damara yaslandığı daha da iyi anlaşılıyor.

(...) Ayakları yere basmayan, fevrîliğin hâkim olduğu bir süreçti bu süreç. 80 kuşağının zihnî refleksleri bu ortamda inşa oldu. Kendi göbek bağımızı kendimiz kesmek istiyor, alabildiğine kitabi ve yapay bir dil kullanıyorduk. Allah'ın kitabı bizim kuşağın müdahalelerine mahkûm edilmişti adeta. Kitaba yaslanarak Allah adına yargılayan birer yargıç olmuştuk nihayetinde. Tarihsel birikim, gelenek vb. insanlığın ortak hâsılası bu süreçte göz ardı edildi. Sürekli bir biçimde Kur'an ve sünnet diyorduk ama Müslümanların bu kaynaktan mülhem oluşturduğu devasa geleneği de yok sayıyorduk. Kullandığımız dil alabildiğine soyut, alabildiğine kitabî ve içinde yaşadığımız topluma alabildiğine yabancıydı.

Bu süreçte ortaya konulanlarla edindiğimiz birikim, dürüstçe söylemek gerekirse sadra şifa şeyler değildi. İslam ağacına tutunan ama meyve vermeyen dallar gibiydik. Tercüme eserler bir yönüyle bize katkıda bulunurken, bir diğer yönüyle bu toplumda var olan zeminimizin de kaybedilmesi anlamına geliyordu.

HESAPTA OLMAYAN KAPI: SAHAFLIK

Mahkûm olan kız kardeşime bakmak için yeni gelir yolları aramaya başladım. Evdeki kitaplarımı, taktığım yüzüklerimi, para edecek eşyalarımı camimin önünde minik bir tezgaha koyarak başladım işe. Alıp sattıkça işi seviyordum. Kazancım oldukça mütevazı olmasına rağmen seviniyordum. Aradan geçen bir-iki ayın sonunda el arabası ile caminin önünde satış yapan Kastamonulu Murat'ın sattığı eski bakır ibrikler, kitaplar ve eski objelerin peynir ekmek gibi satıldığını görünce kıskanmaya başladım doğrusu. Murat, caminin önünde işini sürekli yapmak ve garantiye almak için bana ortaklık teklif etti. Ve ben tereddütsüz kabul ettim. Eskicilik ve antikacılıkla birlikte sahaflığa giden yolum böylece açılmış oldu.

SADAKA-İ CÂRİYE: HİÇ TÜKENMEYEN HAYIR

“Bir İnsan Biriktirdim”, Metamorfoz Yayınları tarafından neşredileli iki ay bile olmadı (www.okurkitapligi.com adresinden kitaba ulaşabilirsiniz). Bu kitap sadece kısa bir zaman içinde tanımış olmama rağmen erken vedâ ettiğim bir dostun hâtıralarından ibaret değil, siyasi ve ilmi çehrelere, birbirinden ustalıkla çizilmiş insan karakterlerine ve ideolojiler dünyasına tutulan ayna. Temiz bir vicdanın sesi. Eminim ki, rahmetli Davud Hoca'mızın eseri, ardından nice yıllar boyunca yeşerecek bir sadaka-i câriye hükmüne geçecek. Allah'ın rahmet ve mağfireti üzerine olsun sevgili Davud Hocam. Mesaisiyle, muhabbeti ve varlığı ile İstanbul'u ziynetlendiren güzel insan; Elbet mülâkî oluruz bezm-i ezelde...

FAHRETTİN KERİM GÖKAY’IN TEREKESİ

Baltalimanı tarafından Hurdacı Yaşar Ağabey [İlgilenmem için] seçtiği kitaplarla belgelerin Fahrettin Kerim Gökay’a ait tereke olduğunu da bilmiyordu doğrusu. Akşamüzeri bir kamyonet dolusu çuvalla geldi Çengelköy’deki yerimize. Çuvalları açtıkça heyecanlanıyordum. İstanbul’un hem eski valisi hem de belediye başkanlığını yapmış bir insanın terekesinden bize düşen pay sınırlı da olsa önemliydi. Daha sonraki yıllarda ortağım(ız) olacak olan Cideli Bayram’ı aradım. Bayram gelip terekeyi gördüğünde heyecandan bayılacak gibi olmuştu. Kendine has tavırları ile burnunu çekti. Sağını solunu çekiştirdi. Bu ‘mal’ı almak istediğini söyledi. Elinde nakit parası yoktu Bayram’ın. Ama 1993 model bir Kia Ceres kamyoneti vardı. Nihayet kamyonetin anahtarını verdi bana. Fahrettin Kerim Gökay’ın terekesinden nasibimize düşen miktarla bir kamyonet almıştık. Bayram’ın kamyoneti, son kez bizden aldığı terekeyi taşıdı Üsküdar’a.”


Kaynak (Arşiv)