Da'vâ ve dram
Şimdiki nesil nasıl söylüyor bilmiyorum; biz "da'vâ" derdik!
Üst dudağında yeni beliren tüylerin "çıksam mı, çıkmasam mı" derdiyle bin tereddüt geçirdiği bir demde, kendisini ailesine, yakın çevresine, karşı cinse ve daha önemlisi bütün hayata isbat mükellefiyetinin ağır yükü altında bocalarken birilerinin ağzından duyduğu o sihirli kelimenin, ne kadar saygıdeğer bir tesir uyandıracağını tahayyül ediniz: "Da'vâ" kelimesi, âmiyâne çağrışımlarıyla bile sizi bir da'vâ sahibi omaya telkin eden, karşı konulması güç bir ağırlıkla gelir.
Da'vânın lugât karşılığı zengin; Evvelâ "mesele" demek; ekmek da'vâsı, memleket da'vâsı, geçim da'vâsı gibi. Bundan ibaret değil, "bir mesele üzerinde hususi bir fikir ve iddia sahibi olmak" anlamı da var ama bizim siyâsî lugâtimizde da'vâ, siyâsî içtihadı aşan, kapsayıcı fikir ve tezleri anlatıyor. Sadece sağ siyâsî literatürün inhisarında kalması ise ilginç bir nokta. Necip Fâzıl Kısakürek'in "Sakarya Destanı"ndaki o meşhur mısrâ, "da'vâ"nın anlam haritasını belâgatla çizer:
"Eyvah eyvah Sakarya'm, sana mı düştü bu yük?
Bu da'vâ hor, bu da'vâ öksüz, bu da'vâ büyük"
Basit heyecanların yönettiği genç insana, bir hamlede kendini aşmak imkânını, büyük bir da'vâya bağlanmaktan başka ne verebilir? O artık sıradan biri değil, cihanşümûl gayeler peşinde yürüyen bir "da'vâ" adamıdır; da'vâ'ya iştiraki kolaylaştıran psikolojik faktörler, "bu da'vâ ne da'vâsıdır" sualine fazlaca takılmadan ana cereyana katılma arzusunu besler. Çoğunlukla da'vâ, ancak sıradan olmayan insanların değerini anlayabileceği, "hor ve öksüz" bir durumda tasvir edilir. Düşküne ve zorda kalana yardım etmek bizim hem dinî, hem millî reflekslerimizden biridir. Diğer yandan da'vâ, rahata, kolaya, konfora ve tatlı canını eziyete sokmaktan korkanlara daha işin başından yolları kapatır:
"Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?"
Yol çilelidir, dikenlerle, hırçın kayalıklarla, uçurumlarla doludur; gündelik küçük saadetler, sıradan zevkler, mâsum alışkanlıklar ve hayatın herhangi bir ânında "da'vâ"nın nüfûzuna kapatılabilecek şahsî hürriyet alanları daha baştan ayıplanmıştır; da'vâ fedâkarlık ister, da'vâ adamı, ferâgat ve yoksunluğa tâlip olmakla sıradanlıktan kurtulur ve böylece hayatı anlam kazanır. Nihâl Atsız, bu mânâyı şöyle şiirleştirmişti;
"Sen de geçebilirsen yardan, anadan, serden;
Senin de destânını okuyalım ezberden"
Kahramanlık şart mı?
Rasih Yılmaz'ın kaleme aldığı "Toros Yüzlü Adam" isimli eserde Osman Yüksel Serdengeçti'nin hayat hikâyesini okuduktan sonra zihnimin damağında kalan son lezzeti, "o bir da'vâ adamıydı" cümlesiyle özetleyebileceğimi farkettim. Da'vâ adamı, kısaca kahramandır ve kahramanların hikâyesine "destan" denir. Büluğ çağından itibaren zihinde şekillenen da'vâ uğruna hayatın hemen herkese sunduğu küçük saadetlerden vazgeçmek, işsizliğe, hapishaneye, itilip kakılmaya, yaşadığı toplumda "yarı mecnûn" diye yaftalanmaya tâ başından rızâ göstermek, normal şartlar altında pekâlâ yürütülebilecek bir aile hayatını drama çevirmeyi göze almak, yer yer istiskâle ve nankörlüğe uğramak ve bütün bu eziyetlere, kendi çapını aşan bir da'vâ uğruna katlanmak kahramanlık değilse, başka nedir ki?
Osman Yüksel Serdengeçti bu ölçüler içinde şüphesiz bir kahramandı; sual şu; kahramanlık, tekrar edilerek çoğaltılması gereken, genç nesillere, "işte anlamlı bir hayat böyle yaşanır" diye tervîc edilmesi gereken bir davranışlar bütünü müdür? Hayatı bir da'vâ uğruna vakfetmek, belki da'vâ ölçüsünde olmasa bile ona yakın derecede önemli diğer hayat kompartmanlarını ıskalamayı mazur gösterebilir mi? Bu suallerin sol literatürde "oportunizm" veya "revizyonizm" gibi küfre delâlet eden kavramlarla mahkûm edilebileceğinin fakındayım ama da'vâ kavramıyla yüzyüze geldiğim ve etki dairesine girdiğim andan itibaren bu sual hep zihnimi kurcalamıştır. Benden, her istenildiğinde "yardan, anadan, serden" geçmemi taleb eden, da'vâ uğruna kendi hayatımı hiçe saymamı isteyen bir "da'vâ"nın neresinde durmam gerektiğini hayli düşündüm durdum. Bu, dramatik bir karar ânıydı; kendi nefsime sorduğum, "sen bir kahraman olabilir misin?" sualine dürüst bir cevap bulmam gerekiyordu.
Kahramanlık nerede, ben neredeyim?
Bence herkes, ömrünün bir deminde nefsini, bu gibi cevabı müşkül suallerle tâciz ettiği anlar yaşamıştır; kahramanların, kahraman olmayanlara göre sayıca azınlıkta kalmalarından ötürü bu sualin genellikle, "kahramanlık nerede ben neredeyim?" diye cevaplandırıldığını ileri sürebiliriz ama ben daha ziyade, "da'vâ uğruna niçin bir kahraman gibi davranmam gerekiyor; kahramanlığın ağır mükellefiyetlerini omuzlamadan bir da'vâ mensubu olmak niçin mümkün olmasın?" tezviratıyla zihnimi meşgul etmiş, kendimce "sıradan insanların", yani kahraman olmayanların da kendi çapında bir da'vâyı benimseyebileceğine ve ona hizmet edebileceğine karar vermiştim. Yakıt olarak "kahraman"dan daha azıyla yetinemeyen bir da'vâ, esasen kendi sınırlarını merhametsizce belirlemiş oluyordu. İkinci merhalede büyük da'vâların, pekâlâ kahramanlara ihtiyaç hissettirmeksizin muvaffakiyete varabileceğini hissettiğimi hatırlıyorum; sıradan insanların, sıradan ama doğru davranışlarla, kendini fedâ etmeksizin yapabileceği önemli şeyler vardı ve bu gibi faaliyetler galiba, kahramanların tutuşturduğu enerji patlamasından daha çok toplam enerji açığa çıkmasına sebep oluyordu.
Bu da'vâ nasıl bir da'vâ ki...
İtiraf etmeliyim ki, "da'vâ" kelimesi, beni otuz yıl önceki gibi heyecanlandırmıyor; hayatı ve hadiseleri, başkalarının belirlediği çerçevelerden seyretmekten vazgeçeli yıllar oldu. Geçen zaman, hayatı ve hadiseleri değerlendirmek için "da'vânın alışıldık kriterlerinden başka pekâlâ kullanışlı, doğru ve işe yarar kriterlerin bulunduğunu da hatırlattı. Yardan, anadan, serden da'vâ uğruna bir çırpıda vazgeçmek, da'vâ uğruna ölüme bile koşar adım yürümek yerine, yine da'vâ uğruna yaşamanın ve yaşatmanın da değerli, hatta çok değerli olabileceğini farketmek güzeldi. "Üretmek, çoğaltmak ve yaşamak" gibi değerlerin "eksiltmek, fedâ etmek ve ölmek"le mukayesesi haksızlıktı. Mensuplarından kendi nefislerini her gerektiğinde hiçe saymalarını isteyen bir da'vâ", bütün kahramanlarını sırayla belâya, fedâkarlığa ve ölüme sevkederek nasıl bir dünya kurmak iddiasında bulunabilirdi?
Ve son tahlilde yeniden sormalıydık; uğruna kendimizi fedâ etmemiz gereken bir dâ'va nasıl bir da'vâ olmalıydı; bu hususta biz fikir yürütmeyecek, biz sual sormayacak ve biz karara varmayacak idiysek, buna kim, hangi yetkiyle karar verebilecekti?
Düşünmeye vakit bulmak!
Şüphesiz uğrunda ölümü göze almayı gerektiren değerler vardır; şüphesiz sağ kalmanın, ölmekten daha ağır çektiği, mezelletin batağında debelenmenin zaman zaman ölümden daha beter göründüğü haller olabilir; Hafazanallah! Bu gibi hallerde nihâi kararı, "da'vâ" toptancılığı yerine, nefsî inisiyatife terketmek herhalde daha doğru olacaktır.
Hiç kimseye, "senin da'vân bâtıl, bu sevdadan vazgeç" diye nasihat vermek endişesinde değilim ama kendini çıra gibi tutuşturarak yakmaktan çekinmeyen, beline kuşandığı patlayıcılarla canlı bir bomba gibi kendiyle birlikte mâsum insanları da parçalamayı göze alan, memleketin dağlarında "da'vâ" uğruna gençliğini hebâ eden gençlerin, en azından benim kadar olsun bir durum değerlendirmesinde bulunabilecek fırsat ve zamana sahip olabilmelerini dilerdim. Evet, herkesin böyle bir şansı olmalı!
Madalyonun öbür yüzü
Osman Yüksel Serdengeçti, "işte da'vâ adamı" diye örnek gösterilebilecek bükülmez bir şahsiyetti ama madalyonun öbür yüzünde kavruk bir Anadolu delikanlısının hayatının sonuna doğru gittikçe ağırlaşan şahsî dramını da görüyoruz; Rasih Yılmaz'ın titiz ve emek isteyen araştırması, bize Toros dağları kadar heybetli ve mehîb çehrenin derûnunu ve insânî vechesini de hissettirebildiği için değerli; genç kalem arkadaşımızdan, bizlerde nefis hesaplaşmasına medâr olacak daha nice biyografiler ve te'lifler bekliyoruz.