Dâvâ değil, şahsiyet meselesi!

Şahsiyetlilik veya ahlâkî tutarlılık hakkında bir şeyler yazmak netâmeli bir şey; sanki yazar, kendisinin çoktan eriştiği bir mevkide kapıldığı yalnızlıktan ötürü bunalarak herkesi yanına davet ediyor gibi bir tını veriyor böyle mevzular.

İnsanın kendi erdem anlayışını nirengi haline getirmesi budalalık. Bu noktayı önemli buluyor ve altını çiziyorum, zira düşündüklerimin şahsî mesele gibi algılanmasını murad etmiyorum.

Genç iken doğru fikri bulup orada sebat etmek bana yeterli gibi görünürdü; meselâ seçimde hangi partiye oy vereceğinizi kararlaştırmak gibi. Doğru tarafta olmak yeterliydi, ‘doğru’ tarafı, partiyi, teşkilâtı, camiayı, futbol takımını hatta tarikatı tercih etmek kâfiydi. Yanlış-doğru ıskalası o kadar net, basit ve canlı renklerle çizilmiş, ‘karşı taraf’ o kadar mel’un, menfî ve kötü nitelenmişti ki, sadece ‘doğru taraf’ı seçmek bile kendi başına mârifet (veya erdem!) gibi duruyordu.

Şüphelenmemiz gerekirdi, bu kadar kolay mıydı yani? Doğruyu bulmanın ve orada durmanın yolu bu kadar geniş, çiçekli ve zahmetsiz olmamalıydı ama kutuplaşmış ve sağduyudan uzağa savrulmuş bir ortamda yaşıyorduk. ‘Dar kapı’ kimsenin umurunda değildi pek. Kitâbî mânâda doğru cümle ve sloganların bile kendi hakikatini taşıyamadığı bir basiret tutulması içindeydik; herkes öyleydi. Birbirimize bakıyor ve ‘o burada ise benim burada olmam doğrudur elbette’ diye düşünüyorduk. Liderliğin bu vechesi beni hep ürkütmüştür; o yüzden “Falancanın yanlışı benim doğrumdan üstündür” dediği rivayet olunan mutemet kişinin basiretinden usûl açısından şüphelenmeliydik. Liderlik kurumuna cömertçe devredilen şahsi vekâlet, aslında şahsiyetin neredeyse tamamına yakın bir şey değil midir? Çok sevilen ve şahsi bağlılık duyulan bir lidere yönelik olsa bile insanın, hissî irtibatlarını zaman zaman gözden geçirmesi ve üst değerlerin mihengine vurması gerekir.

Çok alâmetler geldi geçti ve galiba artık doğru tutumun ne olduğunu daha iyi anlayabilecek bir yaşa geldim: Doğru olan, şucu-bucu olmaktan ziyade kalıbımızı bastığımız şeyin ne idüğünü iyi düşünmek, karara vâsıl olduktan sonra da bütün sorumlulukları üstlenerek temsil etmektir.

Doğru olanı yanlış temsil yanlış, vahim bir şahsiyet bozukluğu; o raddeden sonra yanlış temsil olunan şeyin mahiyeti ve anlamı kayboluveriyor. Yanlışı doğru temsil etmenin ise nihai tahlilde kendince bir erdemi var. Yanlışta tutarlılık ve sebat, teorik bakımdan savunulur şey olmasa da şahsiyeti dik tutuyor.

Fikir önemli elbette; bir fikri doğru ve dürüst taşımak mânâsında usûl bir noktadan sonra daha bir kıymet ifade ediyor. Usûl bu yüzden esastan mukaddem. Fikirden önce usûl doğru olmalı. Usule riayet insanı yanlıştan doğruya götürür; usûlü umursamazlık doğrunun yüzünü karartır. Usûl ile esasın mutabakatı insanı kahraman yapar zira o kişi esasla usûl arasındaki mahiyet bağlantıları hakkında fikir ve irade sahibidir. Bu meseleyi misâller göstererek anlatmak çok daha kolay ama sevimsiz ve tehlikeli.

Şöyle toparlayabiliriz: Fikir dünyamızın en önemli problemi, kanaatin mahiyetinden ziyade şahsiyet dâvâsıdır. Bir şahsiyet inşâ etmek mânâsında adam yetiştirmeye pek az önem vermekliğimizin acı sonuçları hevenk hevenk. O yüzden ahlâkî metanet, bütün erdemlerin omurgası. Dâvâların dâvâsı ‘iyi insan’; yalandan tiksinti derecesinde uzak, bütün kazançlarında ‘helâl’i gözeten, değer ölçülerine usûl sadâkatle bağlı güvenilir insan. Siyâset, böyle insan inşâ etmek için iyi bir yol değil. ‘Siyâsetle uğraşan kirlenir’ hükmü çıkarmak istemiyorum lâkin siyasette doğrularla araçlar arasında beraberlik kurabilenler o kadar seyrek ki, bazen onları fark edemiyoruz bile. Arınmak yolundaki ruhların inzivâyı tercih etmesi sebepsiz mi?

Ve en büyük dâvâ, memleketi kurtarmak filân değil; onca olmaz arasında ahlâkî bir istikamette şahsiyeti dik tutmak. Yangında ilk kurtarılacak en değerli yük de bu işte.


Kaynak (Arşiv)