Dantelalı bira kupasına dair bir takrir

Üniversite hocalığından kendi rızamla emekli olduğumdan bu yana sekiz sene geçti. Yıllarca -hasbelkader ve adam yokluğunda- siyaset bilimi ve tarihi dersleri verdim ve aklımın erdiği kadarıyla öğrencilere ‘siyasetin tabiatı’nı anlatmaya çalıştım.

Siyaset bilimi, kanaatimce iki meseleye cevap vermeye çalışır. İlki insanın tabiatını anlamak ve buna bağlı olarak siyasetin tabiatını irdelemektir. İkincisi ise, ‘Aslında ne olması gerektiğini’ anlatmak. Bu fasılda geçmiş siyasi tecrübelerden hareketle insanların devlet otoritesi karşısında ezilip büzülmeden temel haklarını koruyabilmesi için ne türlü siyasi sistemlerin hayata geçirildiği anlatılır. Yani kısaca ‘olan’ ile ‘olması gereken’ arasındaki farkın bilinci uyandırılmaya çalışılır.

Ara sıra ister istemez hocalığım tutuyor; konferans, sohbet gibi hocalık benzeri fırsatları bulmama rağmen yine de ‘ders vermek’ ihtiyacına kapılıyorum. Şimdi yine o hâlet içerisindeyim. Memleketim önemli bir seçime doğru gidiyor, iki hafta sonra bugün öncekilerden çok daha belirleyici tercih için sandığa gideceğiz. Yıllarca anlatıp durduğum şeylerin Arapça tâbiriyle ‘Lübb’ yani özet haline getirerek bir kere daha tekrarlamak arzusundayım. Takdir sizin!

EMEK Mİ HÜRRİYET Mİ; TABİİ Kİ EKMEK!

Birinci mesele: İnsan topluluklarının siyasi davranışlarını yönlendiren ana saikler hayatta kalmak, geçimliğini (iaşe) sağlamak ve güven (nizâm-ı âlem) aramaktır. İşte bu asgari şartları ve konforu temin eden hükümetlere insanlar itaat eder ve desteklerler.

Ancak ve ancak bu temel ihtiyaçlar sağlandıktan ve garanti altına girdikten sonra insanlar bunlara ilâve olarak bazı konforları da taleb ederler; zannımca haklar ve hürriyetler bu safhaya giriyor. O yüzden rızk endişesi veya hayatta kalma korkusu içinde tedirgin yaşayan insanlara, “Bunları boşver, öncelikle temel hakların ve hürriyetlerin için mücadele vermelisin ve gerekirse bu uğurda canını ve malını riske sokmana değer” diyemezsiniz.

ADALET ‘ACİL’ İHTİYAÇ DEĞİL Mİ?

İkinci mesele: Adalet arayışı da, işbu sıralamada ‘konfor’ yani, ikinci derece önem kazanan ihtiyaçlar arasındadır. Adalet kavramı karşısında insanlar genellikle bencil düşünürler, “diğerkâm” yani başkalarını da hesaba katan idealist bir yaklaşımı hemen benimsemezler. Adalet öncelikle bizim, şahsen ihtiyaç duyduğumuz ve öncelikle bizim şahsen istifade etmemiz gereken bir şeydir. Şahıs olarak bize yeterince adaletli davranıldığını düşünüyorsak adalet arayışımız büyük ölçüde tatmine ulaşmış demektir. Bu durumda başkalarının uğradığı adaletsizliklere üzülür, yerine göre protesto bâbında mırıldanır, homurdanır ve ancak çok nâdiren ‘herkese adalet’ için elimizi taşın altına koymak gereğini hissederiz.

Biz insanlar bencil bir tabiat üzerine yaratılmışız; yapımız böyle. Diğerkâmlık, yani başkaları için kendimizi riske sokmak, büyük ortalama yoğunluğu ile ilk tercihimiz olmaz.

Aynı bencilliği rızk dağıtılırken de gösteririz. Büyük felâketler ertesinde yardım dağıtan kuruluşlardan gündelik erzak alanların davranışları buna misâldir. Yardım dağıtılan kuyrukta sıraya girip beklemektense bir kolayını bulup kaynak yapmak veya bir tanıdık aracılığı (torpil) ile ihtiyacımızı gidermek, o da mümkün değilse kaba güç kullanıp kargaşa yaratarak ailemizin geçimliğini sağlamaktan kaçınmayız; hele evde aç bekleşen ve bizden ekmek bekleyen bir ailemiz varsa...

NE KADAR EKMEK, O KADAR HÜKÜMET

Üçüncü mesele: Siyaset, pratikte işte bu temel öncelikler üzerinden yürür. Bütün yönetici sınıflar veya kurumlar ‘rızk dağıtıcı’ hâşâ ‘Rezzak’ rolünden asla vazgeçmek istemezler zira kolay ve zahmetsiz yönetmenin ve itaat görmenin ilk şartı insanlara ekmeğini vermek, geçimliğini sağlamaktır. O yüzden tarih boyunca devletler, ekonominin tamamını, olmazsa büyük çoğunluğunu kontrol altında tutmak isterler. Büyük sermayelerin hangi zümreler tarafından kontrol edileceğine ve ne yönde hareket edeceğine devlet karar verir. ‘Rızk dağıtıcı’ rolüyle devletler bu yüzden en büyük gelir kaynağı durumundaki vergiler üzerinde titizlenir ve vergi ödemeyenleri şiddetle cezalandırır, aksilik çıkaranları ise daha fazla vergi salmakla itham ederek sindirirler.

Demokratik ülkelerde bile siyaset, teorik olarak halkın birikimi sayılmak lazım gelen kamu bütçesini hangi zümrenin kontrol ve tasarruf edeceği esprisi üzerine inşa olunmuştur. Bütçeyi kim kullanıyorsa muktedir odur!

O yüzdendir ki halkı, gündelik geçimliği konusunda endişeye düşüren herhangi bir hükümet yönetiminin başı belâda demektir: Rejimin adı fark etmez; dikta, çoğulcu demokrasi veya oligarşi...

DEMOKRASİ LÜKS MÜ?

Dördüncü mesele: Demokrasi, bütün eksiklik ve kusurlarına rağmen şahsın temel hak ve hürriyetlerini önde tutan, devleti toplum karşısında sınırlandırıp mâkul bir hacme kadar küçülmesini emreden, şahısla devlet arasındaki ilişkilerde hukukun üstünlüğünü vurgulayan yapısıyla insanlığın şimdiye kadar gördüğü en iyi, en ülkücü idare şeklidir. Ne var ki demokrasiler de aynı öncelikler sıralamasına dikkat göstermek zorundadır. “Biraz aç kalabilir, orta vadede yoksulluk çekebilirsiniz ama dişinizi sıkın; demokratik standartlardan ve hukuk devletinden asla taviz vermeden sizin için çalışmaya devam edeceğiz” vaadinde bulunan bir hükûmet sonunu kendi eliyle hazırlamış demektir.

TEMEL HAKLAR; BİRA KUPASI MI LİKÖR TAKIMI MI?

Beşinci mesele: Demokrasi iyidir, güzeldir, hoştur fakat ancak ve ancak dünya ortalamasının üstünde katma değer üretebilen, işsizliği daima mâkul oranlarda alçak tutmayı beceren, insanları varoluşlarının mânâsını kavratacak derece meslek sahibi kılan, ve buna uygun bir eğitim sistemi işletebilen, tabir hoş görülürse ‘keçesini az biraz sudan çıkarmayı başarmış’ insanların (orta sınıfın) varlığıyla kaim bir yönetim biçimidir; en azından batı dünyasındaki demokrasilerin ortak özelliği böyle.

Yeterince üretemeyen, milli gelir ortalamasını üretim dışı sektörlerden elde ettiği kaynağı belirsiz spekülatif manevralarla yükselten, insanları üretken ve daha mühimi meslek sahibi kılmak yerine, ‘batıda da var; ayıp mı, üstelik adalete de uygun’ gerekçesiyle açıktan devlet kaynaklarıyla destekleyerek rızk endişesinden ırakta tutan bazı ülkelerde (ki örnek filan vermiyorum!) demokratik standartların durumu şöyledir: Onlar, bir Müslüman aileye Almanya’da çalışan yakınlarının hediye ettiği ve ‘vitrin’e konulup üstü dantelayla örtülen cıngıldaklı bira kupalarına benzerler. Ne ayran içmeye yararlar, ne hoşaf kâsesi olarak iş görürler! Evde kimsenin işine yaramaz, asla ihtiyaç hissedilmez ve kullanılmazlar ve günün birinde bazı ‘eşyalar’ı elden çıkarmak gerektiğinde onlar herkesin aklına gelen ilk şey olurlar.

ANAYASA BİR DANTELADIR

Altıncı mesele: Bu gibi ülkelerde anayasalar da bira kupasının üstündeki dantel örtüye benzerler; bira kupası veya likör takımı gözden çıkarıldığında anayasanın da hatırı sayılmaz olur.


Kaynak (Arşiv)