Danıştay kararıyla "saint"

Nasreddin Hoca'nın kuyudan adam çıkarma kıssasını bilmeyen var mıdır: Yangın çıkan evin üst katında mahsur kalan adamı kurtarmak için döneleyen kalabalığın arasındaki Nasreddin Hoca, "Bana bir ip getirin, kurtarayım." diye öne çıkıyor.

İp getiriliyor, çatıdaki adama atılıyor. Hoca, adama ipi beline bağlamasını söylüyor. Sonra aşağıdakiler hep birlikte ipe asılıyorlar ve güm! Hoca, yerde hurdehaş halde yatan adama bakıp sakalını kaşıyor:

-Biz geçenlerde yine aynı usulle kuyudan adam kurtarmıştık; ama...

Görünene bakılırsa 312. maddenin fikir suçlarını koğuşturan maddesinin müdafii kalmadı; çünkü bu madde ile çatıdan adam indirilmeyeceği galiba artık iyice anlaşılmış bulunuyor. 312. madde, itinasız ve gereğinden fazla genişletilmiş hukuk yorumlarıyla şimdi tam tersine işlemeye başladı. Bu bana 70'li yılların sonlarındaki ünlü "Danıştay kararıyla!.." ibaresini hatırlatıyor. Genç okuyucular için "müessese"yi biraz tafsil etmek gerekebilir: O günlerde sansür kuruluna takılan çoğu açık-saçık filmleri kiralayan işletmeciler, kurul kararlarını Danıştay'a götürerek yürütmeyi durdurma kararı çıkarmak usulünü keşfetmişlerdi. Bu usulün bir hayli film için işletildiği tahmin olunur; ama günün birinde iş o kadar sulandırıldı ki, ithal edilen film, sansür kurulu tarafından yasaklanmasa bile sinema işletmecileri büyük bez afişlerin üstüne fluoresant renklerle o meşhur bandı yapıştırıveriyorlardı: Danıştay kararıyla!.. Bu ibarenin Türkiye'de hukuk şuurunu kitlelere yaygınlaştırmak için işe yaradığını sanmıyorum; daha ziyade genç erkek sinema seyircilerinin filmi görmeden daha yüz metre uzaktan film kritiği yapmasına yaramıştı; "Danıştay kararı varsa filmde de iş var demektir" diye düşünülüyordu.

Hukuk fakültelerinde hukuk tarihi veya hukuk felsefesinin kaç yarıyıl okutulduğunu bilmiyorum; ama bu hadise hukuk tarihine geçecek bir fenomendi ve hukukun nasıl kötüye kullanılabileceğini gösteren çok mânidar bir örnek teşkil etmişti. Aynı mekanizma "yasak kitap" sektöründe de işletildi. Yayınlanan kitap mahkeme tarafından muzır bulunursa toplatılıyor, haliyle basında dedikodusu oluyordu. Bir süre sonra kitapların üstünde "Bu kitap vaktiyle toplatılmıştı" mealinde bir bant geçilmeye başlandığını gördük. Kararsız ve heveskâr okuyucu kitlesi için bu bandın ne kadar büyük bir câzibe teşkil ettiğini düşünebilir misiniz? Birkaç defa, "yasaklanan kitap" ele geçirip merakla karıştırdığımı ve her defasında hayal kırıklığına uğradığımı hatırlıyorum. Her defasında "Yahu hâkimler bu kitapta neyi muzır bulmuş olmalı ki?" merakım cevapsız kalıyordu. Daha sonraları "yasak kitap" müessesesi anlamını kaybedince bazı yazarların, kitaplarının satışını yükseltmek için kendi kitaplarını ihbar ettiklerini, hatta kovuşturulmaya uğramadığı halde "toplatılmıştır" bandı koydurdukları işitilmişti.

Bingöl konuşmasının tam metnini televizyonlar kerrat ile yeniden yayınladılar; bir kere daha "Bu konuşmada memleketi bölecek ibare hangisidir?" merakıyla can kulağı ile dinledimse de, esasen bildiklerimizin ve duyduklarımızın dışında "orijinal" bir "fikir cürmü" bulamadım. Fikire ceza veriyoruz; ceza, cürmü önemser. Cürüm, hele fikir cürmü? Söyler misiniz, bu ülkede -katılmasak bile- kaliteli ve "aşk olsun, cürüm dediğin böyle olur" dedirtecek vehamette bir fikir cürmü işleyecek karatta kaç kişi var ki? O konuşmanın muhtevasına katılmıyorum; ama "önemsemediğimi" vurgulamak istiyorum ki, bu herhalde çok önemli bir yorum farkıdır.

Ceza, cürüm sahibini hak etmediği halde mazlum mevkiine yükseltiyorsa bir yanlış var demektir. Esasen kıraathane seviyesinde binlerce, milyonlarca insanın basit bir anoloji ile vâsıl olabileceği naif düşünce kırıntılarına çok ciddi bir ceza takdir edince cürüm sahibini de bir mânâda takdis etmiş olmuyor muyuz? Nazım Hikmet'e vatandaşlık hakkının iadesi için imza toplandığını duydum; Nazım'ın işlediği cürüm, hakkında takdir olunan cezadan daha büyük değildi. Nazım'ı bugün çoluk çocuğun zihninde büyülten işte bu nisbetsiz cezâ uygulaması oldu. Ne Nazım'ın, ne de bir başka Türk Bolşeviğin Marksist-Leninist dünya literatürüne en küçük bir ilmî, fikrî katkısı yok; fakat Nâzım bir efsâne kahramanı; rejimin -istemeyerek dahi olsa- inşâ ettiği bir kahraman. Askerlik borcu, o günün şartlarında hiç de zor olmayan idari bir kolaylıkla affedilmiş, ellili yıllarda CHP listesinden İstanbul milletvekili seçilmiş olsaydı neler olurdu dersiniz? Bugün, kültür ve sanat behresi itibariyle Nazım'ı cebinde gezdirecek pek çok 68'li kabiliyet, holding plazalarında bilmem ne "manager"i olarak, bir an evvel Türkiye'nin kapitalistleşmesi değirmenine kalburla su taşımakta değil midir?

Bugün şartlar çok değişti; yarım ağız sevinip, yarım çehre surat asarak eşiğinde mide krampları geçirdiğimiz bir Avrupa Birliği vâkıâsı var. Artık "hainlerimiz" bile "millî" kalamıyor; iç hukuk tükenince ver elini Lahey Mahkemesi. Her yıl vergilerimizin bir kısmını AB mahkemelerine tazminat diye ödüyoruz. Doğrusu benim de içime sinmiyor; ama şu meşhur "konsept"leri artık dahili kuvvelerden ziyade "hârici bedhah"lar tayin etmeye başlamış durumda. Hukuk mantığını ıslah etmedikçe aynı mantık birbiri ardınca "saint", yani "siyâsî ve fikrî aziz" türetmekten başka işe yaramıyor. Siyaseten, fikren, ilmen, edeben hakiki surette ceza görmesi gerekenler, şeklen mücrim gibi görünse bile halk indinde "aziz" rütbesine yükseliyor. Neticede incinen hakikat duygusudur, hakikat karşısındaki vaziyet alışımızın sakatlığıdır.

Biliyor musunuz, sinemalar "Danıştay kararıyla!.." modası geçtikten sonra daha kaliteli film göstermeye başladılar sonraları...


Kaynak (Arşiv)