Cümlemiz, "cümle"yi yeniden keşfetmeliyiz!
Lisan meselesi hakkında tartışırken galiba çok önemli bir ayrıntıyı hep ihmal ettik; kelimeler ve onların karşılıklarına dair mütalaa yürütürken cümleyi unuttuk. Yakın tarihimize "uydurmaca" ismiyle damgasını vuran bu münakaşada kendimizi taraf hissederken lisanı, tek tek kelimelerden ibaret sayan öyle bir önyargıya kapıldık ki "cümle" fikri arada unutuldu gitti. Shakespeare'in ünlü eserinde Polonius "Ne düşünüyorsunuz efendimiz?" dediği zaman Hamlet, o meşhur "Kelimeler, kelimeler, kelimeler" cevabını vermişti. Tartışmayı sadece kelimelerle sınırlı tutmak, bu kavgada her iki tarafın da aleyhine oldu; cümle diye bir şey vardı ve lisan ancak kelimelerin ahenkli ve yerleşik bir mantıkla bir araya getirilmesiyle işlerlik kazanabiliyordu. Şahsen yeni fark ettiğim bu şuur noktasında kelimelerin kıymetini inkar edercesine "ha biri ha öteki; ne fark eder ki" diyenlerden olmadığım malumdur; ama görüyorum ki bir okur-yazarda cümle, hatta paragraf fikri kemale ermedikçe onun hangi kelime kadrosuyla konuştugu veya yazdığı fazlaca kıymet ifade etmiyor. Kelime titizliğine taraftarım; bu münakaşada Türkçenin tarihi tecrübesinin bir kalemde silinip yok farz edilmesini son derece tehlikeli buluyorum ve esasen Türkçenin bugünkü hali, fikrimi teyit ediyor; evet, tek tek kelimeler mühim ama onları manidar bir bütün haline getiren en esaslı eleman cümledir.
Bu fikri Hilmi Yavuz'u okurken fark ettim; (evvela belirtmeliyim ki Sayın Yavuz'un Türkçesi hakkında kıymet hükmü belirtmek haddim değildir). Hilmi Yavuz kelime kadrosu itibariyle benim şahsen muhalefet ettiğim kelimeleri tasarrufta mahzur görmüyor; üstelik Batı dillerine hakimiyeti ve felsefi birikimi itibariyle yeri geldiğinde "yerli-yabancı" endişesi taşımaksızın mananın ve cümlenin icap ettirdiği kelimeyi kullanmaktan da kaçınmıyor; buna rağmen lisanında hiçbir "ittirad" zaafına düşmemesi dikkatimi çekti. Dilde özleştirme cereyanına kapılan pek çok yazarı okurken defalarca "acaba bu cümlede yazar neyi kastediyor?" tereddüdüne kapılmaktan kurtulamazken Sayın Yavuz'u niçin bu derece rahat anlayabildiğimi düşündüm ve fark ettim ki Hilmi Yavuz; evvelen iyi bildiği meseleyi yazdığı için fikren berrak kalabilmekte ve saniyen Türkçe mantığına ve "cümle" fikrine agah bulunduğu için fikrini okuyucuya iletirken zahmetsizlik irtifaına yükselebilmektedir. Bu iki unsur tersinden okunduğunda, aşağı yukarı otuz seneden beri Türkçe metinlere musallat olan ittiratsızlığın hemen bütün ipuçlarını teslim ediyor: Lisanda fasahatin ilk sırrı, konuşan veya yazan kişinin dile getirdiği husus hakkında tam bir zihin selametine sahip bulunmasıdır; mana anarşisi çoğunlukla yazarın zihninde kemaliyle halledilmemiş meselelerin aynen aksettirilmesi neticesini doğuruyor. Lisanın cümle karakteri hakkındaki kemalat bilgisi ise mananın ve haberin hiçbir kalite kaybına uğramadan karşı tarafa intikalini sağlıyor; öyle ki bu berraklıkta cümlenin tamamen fethedilmesini engelleyen tek unsur, manası bilinmeyen kelimelerden ibaret kalıyor; bu noktadan sonra lugat yardımıyla bu gibi problemleri halletmek işten bile değil. Rahmetli Cemil Meriç'le yeni tanışan genç okuyucuların da buna benzer bir tecrübe geçirdiklerini tahmin ediyorum; üstadı okurken aldığınız lezzeti kesintiye uğratabilecek yegane husus, zengin kelime dağarcığı itibariyle ara sıra lugate müracaat etmekten ibaret kalır. Esasen buna lezzet kesintisi demek bile bühtan sayılır; sizi lugatlere ve emsali kaynaklara gönderen yazar aslında sizin lisanınızı inşa ve tahkim ediyor demektir; müteşekkir olmanız gerekir. Lugatte aradığınız karşılığı bulduktan sonra cümle, mananın parıltısı ile ışık kesilir; tadına doyum olmaz.
Yeniden "cümle"ye dönelim; cümle hakkında söylenmesi gereken çok şey var; ama ben bu hususta gramer konuşturacak derecede titiz bilgi sahibi değilim; hatta oğullarımın gramere dair sorularında bile, "yazıklar olsun, size bu basit şeyleri hala öğretmediler mi?" diye üst perdeden atıp tutarak cahilliğimi gizlemeye çalışan biriyim; dolayısıyla iyi cümle şöyle olur, fenası böyle ayırt edilir cinsinden tavsiyelerde bulunma iktidarında değilim. Anadilimi gramer dersinde değil, şeker gibi bir Türkçe ile yazılmış kitapların lezzetini çıkararak öğrenmeye çalışıyorum. Kısacası pratiğim fena değil; ama işin teorisini bilmiyorum. Mektuplarıyla benden bu hususta yardım isteyen genç okuyuculara da bundan fazlasını söyleyecek değilim: Yirminci yüzyılın başlarından itibaren "özleştirme" akımına tutulduğumuz yıllara kadar geçen devir, zannımca Türkçenin "asr-ı saadet"ini teşkil ediyordu; bu devre dair ilaç prospektüsü bile bulsanız, lütfen okumadan geçmeyin. Lisan ve dolayısı ile cümle mantığının henüz sıhhatini koruduğu bir zamandan bahsediyorum. Bu tarihten sonra Türkçeyi kemal-i haysiyetle terennüm edenlerin sayısı maalesef bir çırpıda sayılacak kadar azaldı. Neticede çoğunluk itibariyle cümleden bihaber bir derekeye düştük.
Cümle ki, onun hakkında yeniden dikkatler geliştirmek cümlemize farz-ı ayin olmuştur.