Cumhuriyetimizin bir medeniyet tasavvuru var mı?

Yolu hiç Ankara'nın meşhur otogar binası "Aşti"ye düşmeyen var mıdır; peki modern mimarlığın icablarına tam bir riayetle inşâ edilen bu devâsâ binânın mescidini de gördünüz mü? Şahsen ben bu mescidi gördükten sonra "çağdaş" Türk mimarlığından iyice sıdkımı sıyırdım.

Hayır bir mescid olarak tasarımının sakilliğinden, mimari elemanlarının çirkinliğinden bahis açacak değilim; anlatayım!

Bu bina, ihtiyâca binaen belki yüzlerce dönümlük boş arazinin üstüne kuruldu; tabii, proje çizilmeden önce başta otobüs firmaları, trafikçiler, şehir plancıları, emniyet güçleri, otogar esnafı hatta belki sosyologların bile katıldığı uzun toplantılar neticesinde "ihtiyaçlar" tesbit edildi mimara bildirildi. Bu mimarın (veya mimarlık bürosunun) ecnebî olmadığından katiyetle eminim çünkü bir ecnebî mimar bile bu kadarını akıl ederdi diye düşünüyorum.

Bugünün parasıyla trilyonlar harcanarak boş arsanın üstüne kurulan bir devasa otogar binasında mescidin kıble istikameti niçin hesaba katılmaz, tasavvur edebilir misiniz?

Hayır, bu meselenin dini ihtiyaçlara saygısızlık, ardniyet veya müslümanları ikinci sınıf vatandaş görmekle ilgisi olduğunu aklımdan geçirmiyorum; bu düpedüz düşüncesizlik, mimarlık sanatı açısından ağır bir meslek kusuru çünkü Aşti mescidinin kıble istikameti halk tâbiriyle "çap"tır; yani kıble istikameti ile mekânın aksı çaprazlama tasarlanmıştır ve bu yüzden mekânın duruşuna göre saf düzeni eğri kalmaktadır.

Bu bir mimarlık skandalıdır, hatta ondan da ötede biz Türklerin kullandığımız binâ ile aslî ihtiyaçlarımız arasındaki rasyonel alâkayı kurmakta akıl almaz derecede zorlandığımızın resmidir.

Asâlet helâya mı kaldı?

Geçenlerde bir gece vakti, şehrin yeni inşâ edilmekte olan bir semtinden otomobille geçerken gözüm birden mescid olduğu her halinden belli, mütevazı, şirin ve üstelik hayli mimarlık haysiyeti taşıyan çizgilere sahip bir binanın siluetine takıldı. Farların ışığında kısa bir süre görebildiğim bina beni şaşırttı; içimden "aferin yahu, memlekette güzel şeyler de oluyor; bu güzel mescid binâsını hangi cami yaptırma derneğinin zevk sahibi hacıemmileri yaptırdı acaba?" diye düşünmeme kalmadı, birkaç saniye sonra gerçeği bütün çıplaklığı ile farkediverdim; Mescid niyetine beğendiğim, hatta gönül koyduğum bina karaltısı aslında mescid değil, mâlum şiş kubbeli, haddinden fazla uzun ve masraflı betonarme semt câmilerinden birinin bitişiğindeki helâ müştemilâtı çıkmasın mı?

Safderunluğuma hayli zaman güldüm durdum.

Bizim bir medeniyet

tasavvurumuz var mı?

Evet, bu nokta—i nazardan bakıldığında bunlar ferdî hadiseler sayılabilir ama iyimser olmamak için yeterince sebeb var aslında. Biz Türkler galiba "şehir kurucu" kabiliyetimizi kaybettik; yaşadığımız mekânlara şekil verme, onları aslî ihtiyaç ve kültürümüze göre şekillendirme irâdemizden vazgeçtik. Şehirlerimiz, "suyun alçağa akması" gibi, adeta basit sevk—i tabiilerle kendi kendine biçimleniyor; biz sadece seyrediyoruz; hayır, bütün vebâli şehir yerlerinde gemi azıya alan rant ihtirasının yüksekliğine bağlamak haksızlık; bu, tamamen bir "medeniyet tasavvuru"na sahip olup olmamakla alakalı bir durum. Bir milletin bağımsızlık irâdesinin varlığından ve bu irâdenin müşterekliğinden bahsetmek elbette anlamlıdır; şehir kurmak ve mekân biçimlendirmek de bağımsızlık gibi var oluşla ilgili bir vâkıa değil mi? Biz, kendi birikimlerimizle kurulan şehirlerde niçin nezarethaneye atılmış zanlıların "seçme hakkı"ndan mahrum kalmasını andırır bir mecburiyetle yaşamaya rıza gösteriyoruz?

Varlık kaygısı diye bir şey varsa, bu, düzenlenebilir çevremizden görünmeli ve hissedilmelidir; etrafımızdaki fizikî nesneleri tasavvur ve tasarruf edebilmeliyiz ve bu kabiliyetimizin derecesi hakkında bir fikir edinmek için kuru arsa üzerine kendi paramız ve tasavvurumuzla kurduğumuz şehir yavrusu mahallelere, toplu yerleşime açılan yeni semtlere şöyle bir bakmak yetiyor da artıyor bile.

Cumhuriyetimizin "özge temâşâ"sı

"Medenî" kelimesinin (medine=şehir, medenî=şehire dair, bir şehri tasavvur eden ve ona kendi rûhunun üslûbunu verebilen) mânâlarına doğrudan atıfta bulunarak ifade etmek gerekirse Osmanlılar şüphesiz medenî bir topluluktu. Bu fikri destekleyen en bâriz misâl, dünya pâyitahtlarının senyörü mevkiindeki Konstantinopol üzerine ilâve ettiğimiz İstanbul örneğidir. Osmanlılar medenî bir topluluktu çünkü esasen güzel bir şehir olan İstanbul'u, bir kat daha güzelleştiren tezyinî katkılarla zenginleştirmeyi başarmışlardı; bu esnada İstanbul'un "Bizans geçmişine karşı hasmâne davranmak yerine hüsn—i muhafazayı tercih etmeleri ayrıca övgüye şâyândır. Osmanlılar hükümranlıklarına açtıkları kadim şehirleri korudular ve güzelleştirdiler; temelden inşâ ettikleri yeni yerleşim yerlerinde ise yerli kültür, malzeme ve insanî ihtiyaçları bir arada gözeten kayda değer kompozisyonlar ortaya koydular, yaşadıkları mekâna, şehire ve etraflarında bulunan eşyâya nev'i şahsına mahsus bir şekil verdiler; hâkimiyet haklarına sadece siyâsî mânâda değil, medenî mânâda da hassasiyetle sahip çıktılar zira yine nev'i şahsına mahsus bir "bakış açısı"na (özge temâşâ) sahiptiler. Evhamlı, gölgesinden ürken ve kıymet hükümlerinin dayanıklılığı konusunda hemen komplekse kapılıveren insanlar değillerdi. Altı asır hükümran kaldıktan sonra yenildiler ve şüphesiz bu mağlubiyet "Osmanlı bakış açısı"nı da ihâta ediyordu; ne var ki —yenilmiş de olsa— böyle bir "özge temâşâ" kabiliyeti mevcuttu.

Peki, bizim yani Cumhuriyet kuşaklarının böyle bir "bakış açısı" var mı?

Ankara'nın bir şehir olarak anlamını düşünmek

Yeni Türk medeniyetinin başkenti ve vitrini olarak cumhuriyetin gözbebeği muamelesine layık görülerek özene bezene tasarlanan Ankara'yı dikkatle gözden geçirelim. Ankara'yı her haliyle güzel bulanlara sözümüz yok ama Ankara güzel, "insanları derûnuna ve kucağına çağıran" bir şehir sayılabilir mi? Bakanlıklar, Yenişehir, Ulus, Çankaya'nın teşkil ettiği "kalpgâh"ın şehircilik açısından notu kaç? Kalpgâh mıntıkasını bir tarafa bırakalım, gecekondu semtlerinin anlamını okuyalım; vaktiyle tam da "jakobence" bir edâ ile yeni "İmar Kanunu" çıkaracak dirâyeti gösteren merkezî yönetim, kendi varoşlarındaki sosyal patlamaları duyamayacak kadar basiretsiz miydi? Ankara'nın heyet—i umumiyesinin anlamı nedir? XX. yüzyılda Türkler'in "şehir kurma" irâdesini aksettiren en dikkate değer örnek bu mu; ve böyle bir şehirde —eli mecburlar dışında— kim yerleşip kök salmak, çocuk yetiştirmek ister?

Diyelim ki bu resmi irâdenin dirâyetsizliği; uzaktan görünüşü bir ardiyeye dağıtılmış kolileri andıran o kooperatif bloklarına, dağ başlarına, deniz kıyılarına kondurulan "yazlık kâşâne" zevksizliklerine ve hele cami yaptırma ve yaşatma dernekleri tarafından binbir sadakayla inşâ ettirilen üslupsuz ve mukallit kubbeli camilere ne demeli? Neresinden tutsak dökülüyor!

Şehirlerin yüzünden okunan...

Şehir önemli çünkü birlikte yaşama kültürünün ete kemiğe bürünmüş hali; şehir, sadece mimarlık tasarımı bütünü değil; şehir hukuk demek, saygı demek, nezaket demek, incelik, sanat, şiir, siyaset, edeb ve felsefe demek. Şehirleri kendi gelişim ahengine terketme lüksüne sahip değiliz; şehirler —eğer varsa— medeniyetin imbiği, hatta milli iradenin jeneratörü. Birlikte yapabildiğimiz en büyük fiziki eser. İnsanlık hâlimizin karnesi; toplum tasavvurumuzun ete kemiğe büründüğü yer.

Mesele şehircilik, mimarlık, ibadet mekânları, yollar, binalar, altyapı hizmetleri vesaire değil; mesele anlamlı bir topluluk olarak eşyayı biçimlendirme iradesi gösterebilmemiz veya "topluluğumuzun anlamı".

Şehirler, birer kitap gibi okunabilir ve içinde yaşayanların hallerinden haber verirler; benim şehirlerin yüzünden okuyabildiklerim içimi kasvetle dolduruyor.


Kaynak (Arşiv)