Cumhuriyet nereye doğru değişiyor?
Özelleştirmede bu kadar geç kalışımız sadece beceriksizlik eseri midir, yoksa aynı dakikada başlaması gereken maçı, tribünlerden sahaya konfeti atarak bile bile geciktirilmiş bir saatte başlatma hinliği mi, çözebilene aşkolsun.
Doğu Bloku ülkelerinde özelleştirme seri bir tarzda tamamlandı. Bizdeki gecikme, ancak devletin kuruluş felsefesindeki temel esasların (ki tamamına yakını şüphe, güvensizlik ve tereddüt üzerine yaslanır) bu furyada kağşayıp kağşamayacağı korkusu ile izah edilebilir.
Yeni ekonomik düzen, devletlerin yapısını değiştiriyor. Eski devlet anlayışı parayı kontrol eder veya etmeye çalışırdı. Yaşadığımız geçiş sürecinde para, devletten bağımsız davranabilme imtiyazı kazanmaya başladı. Devletin (veya devleti temsilen hükümetlerin) hükümranlık hakları, -kitaplarda mahiyeti nasıl tarif edilirse edilsin- devletin bizatihi kontrol ve tasarruf edebildiği para ile sınırlıdır. Siyâset planla, programla, projeyle değil parayla yapılır çünkü. Son on beş-yirmi sene içinde devletin bu derece ağır -hatta rezil- şartlarla müthiş bir borç yükü altına girmesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin "değişmez" olduğu zannedilen ve savunulan felsefî omurgasını eğdi (belki de kırılmıştır bile!). Şimdi görünen manzara şöyle: Ağır borç yükü, siyaset üretme ve yapabilme imkânlarını daraltmıştır, taze para olmaksızın ne borç yükü çevrilebilir, ne de ekonomi yoluna devam edebilir; öyleyse günü kurtarmak adına devlet, klasik hükümranlık alanlarından çekilecek ve yerini dış kaynaklı paranın lehine daraltacaktır; öyle oluyor zaten.
Nereye kadar? Bu soruya cevap vermek zor ama işin tabiatından çıkarılacak hüküm şudur: Türkiye ağır bir ekonomik krizi, kendi kaynaklarıyla göğüslemeye hazır olduğunu hissedinceye kadar dış kaynaklı para, Türkiye'nin reelpolitiğini büyük ölçüde tayin eder. Dış kredi ile borç faizlerinin çevrilebildiği, faiz dışı fazlanın yatırıma yönelemediği ve özelleştirmelerden gelen paranın bütçe büyüklüğü içinde buharlaşıverdiği bir ağır tabloda Türkiye'nin namuslu tüccar mantığıyla borçlarını ödeyip bitirerek hesabına hâkim olması, iyimser hesapla bile uzun vade meselesidir. Bu tablodan çıkarılacak ara sonuç, Türkiye'de devlet yapısının, kuruluş felsefesine nazaran tanınmayacak derecede değişime uğrayacağı gerçeğidir. Esasen bu değişimin iktisadi ve mali veçhesi neredeyse tamamlanmış gibi; siyasi hukuk faslının biraz daha gecikeceği anlaşılıyor.
Gazetelerdeki özelleştirme haberleri ile dedikodulara, iddialara, tartışılan konu ve isimlere dikkat ediyor musunuz; işin tabiatı icabı karmaşık, alengirli, sıradan vatandaşın ne idüğünü asla anlayamayacağı ilişkiler, istisnalar, muameleler ve rakamlarla âdeta bâtınî metinlerini andıran bu lâf kalabalığında kimin ne dediğini, aslında neyi demek istediğini, doğrunun nerede gizlendiğini anlamaya neredeyse imkân yok. Her şey güyâ gözler önünde şeffaf bir fânus altında cereyan ediyor gibi görünse de aslında meçhûlümüzdür.
Otuz kırk sene önce birileri, "Yabancı sermayeye hayır" diye bağırdığında bu, az-çok anlaşılır bir talebi ifade ediyordu; hatırlarsınız, daha düne kadar "falanca şirkette şu kadar Mason veya Yahudi sermaye var; ürünlerini tüketmeyelim" dedikoduları kulaktan kulağa gezer, kendi çapında etkili olurdu. Dün o yollu dedikodulara sebep olan firmalar, bugün neredeyse babamızın şirketi gibi gözümüze şirin görünmeye başladı. Tam da bugünlerde Oyak'ın varlık sebebini sorgulamaya başlayan haberlerin görünmeye başlaması da manidardır meselâ.
Sosyo-ekonomik değişim zaten kendi kanuniyeti çerçevesinde yürüyor; asıl fark edilmesi gereken, ağır borçlanma yıllarından sonra Türkiye'de devletin mâhiyeti ile birlikte temel felsefesinin de hızlı bir değişim süreci içine girmiş olduğudur.