Cumhurbaşkanı mı, padişah mı daha muktedir?
Geçmişte olup bitenlerle günümüzdeki şartları daha sağlıklı karşılaştırabilmek maksadıyla son Osmanlı padişahı ile son Cumhurbaşkanı'nın anayasal yetki, görev ve sorumluluklarını mukayese edildiğinde, Cumhurbaşkanı'nın, son padişahtan görev ve yetkiler bakımından daha kapsamlı bir durumda olduğu görülüyor.
Cumhurbaşkanları, cumhuriyetin ruhunu ve anlamını tek başına temsil etmezler, o ruhu ve anlamı, birbiriyle ilişkileri aydınlatılmış anayasal kurumlar meydana getirir. Cumhuriyet, en kısa ve bilinen tarifiyle, halkın kendini yönetmesi demektir; ne var ki bu tarif, muğlaklık ve romantizm ile malul: Cumhuriyet'i anlamlı kılan ve sair idare biçimlerinden ayıran en kuvvetli vurgu, hanedan idaresine dayalı monarşilere kökten karşı oluşudur. Kağıt üstünde bir halk idaresi gibi algılandığı için cumhuriyetlerin demokrasi ile kaçınılmaz bir beraberlik içinde olması gerektiği, ne yazık ki yine kağıt üstünde kalan bir faraziye. Tarihi örnekleri ve yaşayan örnekleriyle cumhuriyetler teokratik yönetimden diktaya kadar pek çok rejimin (Çin, SSCB, Küba, İran, Yemen vb.) özel ismi oldu. Buna mukabil demokrasi ile kağıt üstünde asla bağdaşmaz gibi görünen bazı monarşilerin (Büyük Britanya, Belçika, Hollanda) dünyanın en gelişmiş demokratik rejimlerine ev sahipliği yapmakta olduğu ise apayrı bir nükte.
Görüldüğü gibi, kamu idaresi karşısındaki tek ferdin hakları ve hürriyetleri bakımından cumhuriyet veya monarşi tek başına bir anlam çerçevesi oluşturamıyor; bir yönetim biçimine "çağdaşlık" niteliğini kazandıran husus, onun tek ferde sağladığı hak ve hürriyetler manzumesidir.
Türkiye'de cumhuriyet rejiminin kabul edilmesi, pratikte Osmanlı monarşisi'nin ortadan kaldırılması anlamına geliyordu. Tarihçiler ittifakla 1923 ile 1946 yılları arasındaki dönemi "Tek Parti" rejimi diye adlandırıyorlar; yani bizim siyaset geleneğimizde cumhuriyet, doğrudan demokratik esaslara geçiş anlamına gelmiyor. Bu çerçevede 1923 yılında başlayan cumhuriyet döneminin en kuvvetli değişiklik unsurunu ve ideolojik vurgusunu laiklik teşkil etmiştir.
Bilindiği gibi Türkiye'de demokratik kültür, toplam siyasi kültürümüzün içinde henüz derinlere kadar işleyen kalıcı bir özellik sergilemekten uzaktır; bu hükmün tarihî, sosyal, iktisadi ve psikolojik sebeplerini incelemek bu yazının sınırlarını zorlar; ama demokrasi ve cumhuriyet namına bütün gelişmelerin 1923 yılında başladığını öne sürmek de itinalı bir ifade sayılmaz.
Bakınız niçin?
1919 yılının sonlarına doğru ülke, başta devletin başkenti İstanbul olmak üzere, önemli güney ve batı vilayetleri itibariyle işgal altındaydı ama o yılın sonbaharında Türkiye'de genel seçimlerin yapılmış olduğunu pek azımız hatırlarız. Aynı günlerde Osmanlı devleti'nin iki meclisli bir parlamentosu mevcuttu, basın hayatı oldukça canlıydı. Kanun-ı Esasi'nin hayat verdiği dernekler, sendikalar mevcuttu ve daha önemlisi, aralarında muhalefetin de bulunduğu siyasi partiler faaliyet gösterebiliyordu. Aynen bugün olduğu gibi, o günlerde de devletin başı mevkiindeki padişah, siyasi parti liderlerinden birine hükümeti kurma görevi veriyor, hükümet Meclis-i Mebusan'da yeterli desteği bulabildiği zaman iktidara gelebiliyordu. Hükümetin icraatları hakkında gerek basın, gerek öteki siyasi partiler ve sair sivil toplum kuruluşları açıkça eleştiride bulunabiliyorlardı. "Ülke işgal altında olduktan sonra bu gibi serbestliklerin ne anlamı var?" diye düşünebilirsiniz ama unutulmamalıdır ki Milli Mücadele hareketi, en azından 1921 yılı sonlarına kadar toplum nazarında meşruluğunu, o Kanun-ı Esasi'den aldığı güçle ispat ediyordu. Nitekim, 1919 sonlarında (27 Aralık'ta) Ankara'ya yerleşen Mustafa Kemal ve yakın dostları, işgal altındaki ülkede yapılan genel seçimlere katılmışlar ve mebus seçilmişlerdi. Son Osmanlı parlamentosu 1920 yılı başlarında İstanbul'da toplandı, "Misak-ı Milli" kararlarını aldıktan sonra işgalci İngiliz güçlerinin baskısı neticesinde kendisini feshetti ve dağıldı. Ankara'daki Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının nisan ayında topladıkları Meclis, dağılmış parlamento üyelerini yeniden bir araya getirerek bir nevi alternatif yasama ve yürütme organı oluşturmak iddialarıyla meşruluk kazanmıştı.
23 sene süren Tek Parti döneminde, demokratik kurumlar ve ferdi haklar bakımından 1919 ortamından daha ileri bir uygulamaya tesadüf etmiyoruz: Bu dönemde muhalefet partisi denemeleri başarısızlıkla sonuçlandı, basın hayatı iktidarın denetimi altına girdi, ancak yönetimin tasvibini kazanan sivil toplum kuruluşları ve meslek teşekkülleri faaliyet imkanı bulabildi, yönetimi destekleyenler dışında toplantı ve gösteri haklarının kullanımına izin verilmedi. Düzenli aralıklarla tazelenen seçimlerde ise farklı görüş ve program savunan vekiller mecliste temsil imkanı bulamadılar.
Türkiye Cumhuriyeti'nde ilk hür seçimler 1950'de yapılabildi.
Şimdi, geçmişte olup bitenlerle günümüzdeki şartları daha sağlıklı karşılaştırabilmek maksadıyla son Osmanlı padişahı ile son cumhurbaşkanının anayasal yetki, görev ve sorumluluklarını mukayese etmek istiyorum. 1876'da kabul edilen, daha sonra 1909, 1914 ve 1917 yıllarında tadil edilen Osmanlı Kanun-ı Esasisi'nin 7. maddesine göre padişahın görev ve yetkileri şunlardı:
Sadrazam ve Şeyhülislam'ın atanması, bakanların atanması ve görevden alınması, hak eden kişilere rütbe ve mansıp verilmesi, para basılması, Cuma hutbelerinde isminin anılması, yabancı ülkelerle yapılan anlaşmaların onaylanması (önemli konularda ayrıca meclisin onayı şarttı), savaş ve barış ilanı, Başkomutanlık, çıkarılan kanun ve yönetmeliklerin onaylanması ve ilanı, kanuni cezaların azaltılması veya affı, parlamentonun onayı ile genel af ilanı, Parlamentonun zamanında toplanması ve tatili ile olağan toplanma zamanından daha önce toplantıya çağırma yetkisi, gerektiğinde üç ay içinde yeniden seçime gitmek kaydıyla feshi.
Son Osmanlı padişahının görev ve yetkileri bunlardı.
Padişah deyince hemen akla geliveren "astığı astık, kestiği kestik" despot tasvirinden hayli uzak bir görev tablosudur bu. Osmanlı devleti yıkılırken, siyasi ve idari rejimi, o günlerde Avrupa'da hayli benzeri bulunan meşruti monarşi idi. Padişahın, modern zamanların cumhurbaşkanı ile yetki itibariyle en mühim farkı şunlardır: Şeyhülislam atamak, İslam dininin koruyucusu olmak, hilafeti temsil etmek ve hanedan mensuplarının ömürleri boyunca geçimleri için hazineden tahsisat alabilmeleri. Cumhuriyet idaresi, devlet başkanını tarif ederken bu unsurları ortadan kaldırdı. Şimdiki cumhurbaşkanı'nın görev ve yetkileri ise (104. madde) burada sayılamayacak kadar uzun bir liste halindedir. Netice itibariyle cumhurbaşkanının, son padişahtan görev ve yetkiler bakımından daha kapsamlı bir durumda olduğunu söyleyebiliriz. 1982 Anayasası, devlet başkanına hayli etkili ve etraflı bir görev alanı çizmiş bulunuyor.
Zaman içinde yürürken, arada sırada geriye dönüp bakmanın ve mukayeseler yapmanın faydasız olduğunu kimse ileri süremez.