Cübbe!

İlim adamlarının tören kıyafeti olan cübbe neyi temsil ediyor? Klasik eğitim tarzında ilim adamlarının "bürokratik sınıf" aidiyetini gösteren cübbe benzeri bir alâmeti yoktu.

Modern ulemânın "cübbe" telebbüs etmesi bize Batı üniversitelerinden geçmiş bir gelenektir; hattâ artık mezun öğrencilere bile birer cübbe ve kep uydurup tören düzenlenmesi de yeni akademik hayatımızın "sine qua non" geleneklerinden birisi haline geldi.

Türk kamuoyu, üniversite ulemâsının cübbesiyle, herhalde Ankara'da Mustafa Kuseyri isimli öğrencinin (yandaşları tarafından katledildiği sonra ortaya çıktı) öldürülmesini takip eden günlerde düzenlenen "Anayasaya saygı" yürüyüşüyle tanıştı. 27 Mayıs 1960 darbesinde oynadığı meş'um rolden sonra bu, üniversite ulemâsının ilk göz alıcı popüler çıkış hareketiydi. Türk kamuoyunda cübbe, daha ziyade adliye mensubu hâkimlerin sırtında görmeye alıştığı, adaletin mehâbetini temsil eden bir vakar sembolü olarak iz bırakmıştı. Üniversite mensuplarının sırtındaki cübbe ise olsa olsa akademik hürriyetlere sahip hür fikir ve vicdanlı hakikat arayıcılarının kararlılığını temsil ediyor olmalıydı. Ne var ki üniversite cübbesi, daha sonraki günlerde sık sık yürüyüşlerde arz"ı endam etmeye başladı ve vakarı düştü.

Evvelâ bir gerçeği tespit etmek gerek: Bizde ilmî, fikrî ve vicdanî hürriyetleri konusunda titiz ve kıskanç bir ilim adamı portresi, hiçbir zaman devletin üniversitelerinde çalışan akademik insanların ortak vasfı haline gelemedi; tabii istisnaları daima mahfuz tutmak gerekir. 1921 yılında 493 Sayılı Kanun'la Darülfünun'a tanınan özerklik, 1933 yılında 2252 Sayılı Kanun'la geri alınıp üstelik 157 öğretim üyesi kadrolarından atılırken üniversite ulemâsının mesela cübbeleriyle "yürüyüş" yaptığını söylemek mümkün olmamaktadır. Bu istidrat kararına gerekçe olarak zamanın Maarif Vekili Reşit Galip Bey, Meclis kürsüsünde şunları söylemişti: ".. harf inkılabı oldu, öz dil hareketi başladı, Darülfünun hiç tınmadı; yeni bir tarih telakkisi milli bir hareket halinde bütün ülkeyi sardı. Darülfünun'da buna bir alaka uyandırabilmek için üç yıl kadar beklemek ve uğraşmak lazım geldi. İstanbul Darülfünun'u artık durmuştu. Kendisine kapanmıştı." 1946 yılında "demokrasi" heyecanıyla üniversiteye idarî, ilmî ve malî özerklik bahşedildiyse de 27 Ekim 1960 tarihinde vaziyete yeniden müdahale edildi ve bu furyada 147 akademisyen kapı önüne konulduysa da daha sonra görevlerine dönebildiler. Bu dönemde üniversite mensuplarının "sivil ve asker bürokrasiyle birlikte toplumun en hızlı kaybeden kesimi" olarak nitelenmesi çok dikkat çekicidir. 27 Mayıs darbesi, üniversite ulemâsı tarafından âdeta takdis edildi. 61 Anayasası'nın 120. maddesiyle yeniden tanınan özerklik 12 Eylül'de budandığında maalesef 70 civarında 1402 mağduru ilim adamından başka kimse tepki göstermeye, cübbeleri çekip düzeni protesto etmeye cür'et gösteremediler. 28 Şubat sürecinde aynı gelenekten gelen üniversite ulemâsının önde gelenlerini "brifing" alırken gördük. Dünyanın her yerinde brifing veren kuruluş olarak bilinen üniversite, bizde "aydınlatılan ve aydınlatılmaya muhtaç" bir kurum olarak göründü. O unutulmaz fotoğrafta resmî ulemânın cübbe giyip giymediklerini ne yazık ki hatırlamıyorum.

Daha sonra üniversite ulemâsını sık sık, "maaşım az, geçinemiyorum; şunca yıllık profesörüm, aldığım paraya bakınız!" yakınmalarını seslendiren kişiler olarak tanıdı kamuoyu. Hep ödenek, maaş ve tahsisat kıtlığından şikayet ediyorlardı. Derken Dokuz Eylül Üniversitesi'ndeki seçim sırasına itiraz eden bir grup öğretim üyesinin yine cübbeleriyle sokağa döküldüğünü seyrettik ekranlardan. Üniversitelerdeki eğitim ve araştırma faaliyetlerinin kalitesizliğinden, mezunlarının vasıfsızlığından, mevcut üniversitelerden neredeyse yüzde 95'inin "avara kasnak üniversitesi" haline düştüğünden değil, oy verdikleri adayın atanmamasından yakınıyorlardı. Neticede "Köşk"ün bu cübbeli gösteriye ilgi göstermesinden olsa gerek istediklerini aldılar; ama birkaç gün sonra Samsun'da aynı manzara ters şablonla tekrarlandı. Öğretim üyeleri yine cübbelerini çekerek atama sonuçlarını protesto edince polis, "cübbe"nin değil, onun içindeki "epistemik cemaat mensubiyeti"nin önemli olduğunu vurgularcasına öğretim üyelerini hırpaladı: "Bu cübbe kolay kazanılmıyor." diye isyan eden hanım öğretim üyesi aslında yanılıyordu. O kargaşada yırtılan cübbe, devletin "resmî ilim adamı" sınıfına bakışını yansıtan anlamlı bir ikaz sayılmalı, adı üstünde "devlet memuru" memurluğunu bilmeliydi.

Türkiye'de üniversite mensuplarının yeri geldiğinde sanki Batı Avrupa ülkelerinden birinde görev yapıyormuşçasına kendinde bir varlık vehmetmesi, artık ironi derecesine ulaşmış bulunuyor; gerekçeleri üzerinde daha önce yazdığım için geçiyorum; fakat atanmaya layık görülmeyen rektör adayının ekranlara akseden ağlamaklı ses tonu, bu ironik durumdan daha ötede bir zaafiyeti işaret ediyordu. Büyüklerimiz bize vaktiyle bir makama inhimâk derecesinde düşkünlük göstermenin ayıp olduğunu, mahkemenin kadıya mülk olmadığını ve kendini bilmek gibi erdem bulunmadığını söylemişlerdi. O yetmiyormuş gibi bu defa Diyarbakır'da yeniden atanmamasına içerleyen bir ilim adamı eşinin sızıltısı ile karşılaştık; neler söylemiyordu ki? Halbuki vaktiyle "aynı usulle" kendilerine görev tevdi edilmişti ve o zaman bu usulün bozukluğunu fark edememişlerdi!

Bu konuda artık yazmayacağım; keşke her cübbenin içine fikrî, ilmî ve vicdanî kanaatlerini onur telakki edebilen bir ilim adamı koyabilecek kadar güçlü olabilseydik!

İzzet yahu!


Kaynak (Arşiv)