Çöp felsefesi
Bugün ayın 23’ü. Siz bu satırları sâlimen okuduğunuza ve dün itibarıyla neredeyse bütün dünya basını tarafından şamatası yapılıp duran şu meşhur Maya Kıyâmeti’ne dair bir alâmet belirmediğine göre asayiş berkemâl demektir.
Öyleyse işimize gücümüze bakalım.
Güzel...
Dikkat çöpleriniz sizi ele veriyor!
Diyelim ki kıyâmet koptu ve medeniyet nâmına iftihar ettiğimiz ne varsa hepsinin üstünü kalın bir lâv veya toprak tabakası örttü. Dünya üzerinde biyolojik hayat sona erdi. Sonra aradan yüzlerce, binlerce yıl geçti. Günün birinde uzak seyyârelerden –ki eskiden gezegen’e seyyâre denilirdi- bir takım akıllı canlılar geldiler ve “Yahu bu dünya nasıl bir yerdir” diye merak edip toprağın altını kazmaya başladılar.
Aa, bir yığın yıkıntı, moloz, çer-çöp arasında bazı canlılar tarafından (ki bu canlılar biz oluyoruz!) sonradan yapıldığı apaçık belli bazı eşyalar... Nedir bunlar diye tahmin yürütelim haydi: Bol miktarda plastik atık bulmaları büyük ihtimâl; belki bir miktar havasızlıktan çürümemiş cam, metal, beton benzeri süprüntü. Kilit kelime süprüntü, biraz soluklanalım burada lütfen!
Süprüntü deyip geçmeyelim; arkeologların indinde geçmiş hayatlara ve yerleşimlere ait çöplük yerleri bulmak, kralların hazine dairesini ele geçirmekten daha çok ilmî kıymet ifade eder, çünkü çöplükte ele geçirilen şeylerin tahlili ile o toplumun hayat tarzını üç aşağı-beş yukarı yeniden tahayyül etmek ve kurgulamak mümkündür.
Taş gibi yahu, yazıktır yazık!
Polisiye romanlarda pek rastlanmaz ama işbilir bir detektif (eskiden bu kelime hafiye diye türkçeleşmişti. Hafiye; gizli saklı şeyler, bunları araştıran mânâsına geliyor; gelgelelim polis romanlarında, husûsen Mayk Hammer vesaire türünden sert polisiyelerde Detektif kelimesi hep dedektif şeklinde yazılmıştır nedense), hakkında bilgi edineceği kişinin her günün sonunda çöpe attığı şeyleri gözden geçirmeyi aklederse bile hayli mâlumat edinecek demektir. Arkeologlar da aynı usûlü izliyorlar; çünkü çoğunuzun bildiği gibi tarih araştırmalarında bir asırdan fazladır sadece krallıklar, hanedanlar, savaşlar ve kahramanlıklar değil, sıradan şeyler de önemseniyor ve dikkatle araştırılıyor. İnsanlar vaktiyle nasıl ve neyle beslenirler, nasıl örtünürler, bu ihtiyaçlarını nereden nasıl temin ederler faslından başlayıp kanaatlerini hangi kaynağa göre tesbit ederlere kadar uzanan bir yığın sıradan ayrıntı. O yüzden şimdi insanla ilgili herşeyin kendi adına müstakil bir tarihi var; zaman algısının tarihi meselâ, saatin, mutfak eşyalarının, haberleşmenin, çömleğin, çeliğin, bakırın tarihi gibi... Tarih faslına fazlaca kaptırmayalım, şu kadarını bilmek kâfi: Çöpe attığımız şeyler bizi tarif ediyor ve hayat tarzımız hakkında bilgi veriyor.
Tarihçi kıtlığında adamdan sayılmak kabilinden bu satırların yazarı da bir miktar tarihe meraklıdır; galiba bu sebeple olsa gerek son zamanlarda saygıdeğer tüketici halkımızın artık saklamaya lüzum görmeyerek köşebaşındaki çöp variline veya düpedüz kaldırım kenarına terkediverdiği nesneler fena halde dikkatimi çekiyor. Siz buna tarihçilik dürtüsünden ziyade, “Ah canıım, nasıl da kıymışlar bu sapasağlam eşyalara, yazık değil mi?” düşüncesinin eseri de diyebilirsiniz. Taş gibi koltuk takımları görüyorum meselâ; evet biraz yıpranmış, sağı solu lekelenmiş, birkaç küçük kaza geçirmiş de olabilir ama utancından artık ait olduğu yere sığmadığı belli. Yenisi alındığı için eskinin hükmü kalmayınca doğru çöpe... Koltuk takımını anladık da -Tam anladık mı emin değilim doğrusu- mesela içinden sadece birkaç sayfası kullanılmış ter ü tâze okul defterlerinin kırk okka edilip çöpe atılmasını siz tasvib eder misiniz? Çöplüğü boylayan kitapların hikâyesine girmiyorum; eskiden bir kitap kaldırıma düşünce içimiz sızlardı, “Yazarı görse nasıl üzülür şimdi” diyerek. Artık sadece kitap değil kitap rafları, birkaç küçük onarımla yeniden işe yarayacak tahta raflar, dolaplar, ahşap mutfak tezgâhları da kapının önüne konuluyor.
Nerde o dekorasyondan anyayan arslan gibi hatunlar!
Bugünlerde keçeyi biraz sudan kurtaran, eğer daha güzel, geniş ve meselâ dubleks bir yere taşınmaya kesesi elvermiyorsa, yaşadığı evin kaşına gözüne makyaj yaptırıyor illâ ki. Eskiden dekorasyon dediğiniz ev hanımlarının işiydi; çarşıdan bir teneke sönmüş (Kaymaklı) kireç getirtir, bütün duvarları sakız gibi beyaza badana ederlerdi; bu esnada tahta fırçasıyla ovulmaktan damarları, kadidi çıkmış pencere kasaları, ahşap kapılar veya taban tahtaları bir de yağlıboyadan geçirilirse ne âlâ. Yağlıboya ve muşamba, nice on yıllar boyunca ev hanımlarının hayallerini süsleyen birer iç dekorasyon nesnesi olmuşlardı.
Evin elden geçmesi demek, duvarlar hariç herşeyin yenilenmesi mânâsına geldiğinden, bu gibi hallerde dışarı atılacak ilk şey, size senelerce hizmet etmiş kapıların, kapı çerçevelerinin, ahşap pencere kasalarının, dolabın, tereğin (bu arada miadı dolmuş beyaz eşyaların elbette!) kaldırım kenarına sıralanması oluyor. Yerine daha asil bir şeyler ikaame edilse içim yanmaz. Mis gibi ahşabın yerine kağıt artığı hamurundan kalıpta basılmış, uyduruk ama yakışıklı Amerikan kapılar, laminat yer döşemeleri, suratına plastik geçirilmiş medefeden mâmul dolaplar beğeniliyor. Kimsenin zevkine kâhyalık edecek hâlimiz yok lâkin güzelim çam ve gürgen ahşabının, nâdân ve hoyrat darbelerle eklem yerlerinden çatır çatır kırılarak kapı dışarı edilmesinde günahı andırır nitelikte bir vebâl vardır.
Evlerde ahşap kalmadı yahu; dokunduğumuz herşey, neticede bir avuç kara petrol balçığından ıstıfâ edilmiş plastik hokkabazlık mâmulleri.
Ruhumdaki çöpçünün homurtuları
Görünce dayanamıyorum; hani elimden gelse, sokaklardan atık toplayan esnaf kardeşlerim gibi (ki çok saygı duyduğum bir iş yapıyorlar) hepsini toplayıp, uygun bir arazi üzerine kurduğum devâsâ depoda saklayacağım; sonra onları yeniden insanlara güzel göstermek için işlemden geçirip yeni şekiller vereceğim. Artık tâmir kabul etmeyecek derecede kağşak ve biçimsiz olanlara bile huzur içinde çürüme hakkı vererek bir kenarda son istirahatgâhlarına tevdî edeceğim.
-Lâfı uzatma be adam, git belediyenin çöp ihâlesine gir, atık dönüştürme tesisi işlet, diye düşünürseniz üzülürüm; eşyaya tapınmak, onun ruhuna yüceltip birşeylere vesîle ederek eski putperestlikleri yeniden hortlatmak değil maksadım; biraz kadirbilir, biraz vefâdar, biraz da tutumlu olmayı hatırlatmak. Bir şeyi çöpe atarken iki defa düşünen birini görünce, “Pintiliğin lüzumu yok, at gitsin; yor-yoksul değilsin ki kardeşim” diye bilmişlik taslayanlara sitem etmek.
Önemli bir felsefî vecize ile noktalayalım: Eşya ile kurmamız gereken ontik ilişki açısından çöpe atamadıklarımız ve atarken hiç düşünmediklerimiz arasında bir yerde duruyoruz!
(Not: Sakın ciddiye almayın; entelektüel lâflarla her konunun olduğundan daha karmaşık ve fiyakalı bir sûrete büründürülebileceğini hatırlatmak istedim sadece, ki bu dahi ayrıca bir yazı konusudur!)