Çok partili monarşi devrinin seçilmiş kralları

İstikrar kavramını lüzumsuz bir sıklıkta tekrarlamanın, kendi dışında kalanlara yönelik âşikâr bir hakaret anlamı taşıdığını bilmeleri gerekmez mi? Tek kişinin varlığına, sağlığına ve performansına bağlı bulunduğu rejimlerin tek adı vardır: Monarşi

Herşey bir yana, "ben olmazsam kriz çıkar" yaklaşımı, hangi dereceye kadar ciddiye alınabilir bir anlayıştır? Vaktiyle biz bu düşünce sakatlığına, "bölük yazıcısı sendromu" adını vermiştik. Bölük yazıcısı sendromu şu: Askerlik hizmetini bölük yazıcısı olarak tamamlayan erlerde, terhislerinin son günlerine doğru endişeyle karışık bir kasıntı belirir, "ben terhis olunca bu yazıhanenin işleri yüzüstü kalır, yerime gelenin işleri toparlaması için altı ay gerekir" diye kantinde acemi erlere hava atmaya başlarlar. Ne var ki hiçbir bölükte veya devlet dairesinde terhis veya emeklilikten ötürü işlerin aksadığı vaki değildir; en fazla birkaç günlük bir aksamayı müteakip her iş rayına girer.

Bizim siyaset sınıfında, özellikle lider takımında "bölük yazıcısı sendromu" artık alâmet olmaktan çıkıp kemikleşmiş bir vâkıa halini aldı. Adını da istikrar koydular; halbuki istikrar kavramını lüzumsuz bir sıklıkta tekrarlamanın, kendi dışında kalanlara yönelik âşikâr bir hakaret anlamı taşıdığını bilmeleri gerekmez mi? Tek kişinin varlığına, sağlığına ve performansına bağlı bulunduğu rejimlerin tek adı vardır: Monarşi. Monarşi ise Türkiye'de 1922 yılından beri tarihe gömüldü ve bir daha geri gelmemesi için son derece sert ve varlığını hâlâ anayasa teminatı ile koruyan kanunlar çıkarıldı.

Şimdi kısaca Monarşi'nin, yani tek kişiye dayalı hanedan yönetiminin ilgasından sonra Türk siyasi hayatında iz bırakmış liderlerin siyasi kariyer sürelerine sırayla bakalım:
" Mustafa Kemal Atatürk, 1920 yılından başlayarak 18 sene Türkiye'yi yönetti ve görevi başında öldü.
" İsmet İnönü, Atatürk devrindeki uzun başbakanlık yılları bir yana, 1938'den 1950'ye kadar tek parti şefi ve cumhurbaşkanı sıfatıyla ülkeyi yönetti. 1950'den sonra on yıl muhalefette kaldıktan sonra koalisyon hükümetlerinde yeniden başbakan oldu. 1973'teki meşhur kongrede yerini Bülent Ecevit'e terketmek zorunda kaldığında takriben 90 yaşındaydı. Nereden bakılırsa bakılsın siyasi hayatı 50 sene sürdü.
"Celâl Bayar on yıl cumhurbaşkanı olarak görev yapmadan önce tek parti yönetiminde başbakan, bakan ve milletvekili olarak görev yaptı. Onun siyasi ömrü de 35 seneyi aşıyor.
"Adnan Menderes idam edildiğinde başbakandı; ondan önce tek parti döneminde birkaç dönem milletvekili olarak siyasi hayatın içinde bulundu.
"Süleyman Demirel'in yıldızı 27 Mayıs Darbesi'nden sonra parladı. Cumhurbaşkanlığından ayrıldığında geride en az otuz senelik bir siyasi kariyer bıraktı; hâlâ siyasetin içinde ve aktif.
"Bülent Ecevit'in parlamento hayatı DP zamanında başladı; darbeden sonraki koalisyon hükümetinde çalışma bakanlığı yaptı. 1973'te İsmet Paşa'yı devirerek CHP liderliğine geçti. Hâlâ başbakan. Siyasi kariyeri, 45 seneyi buluyor.
"Necmeddin Erbakan 70'li yılların başında siyasete atıldı; siyasi kariyeri otuz seneyi geçiyor ve gözü hâlâ aktif siyasette.
"Alparslan Türkeş, ihtilalcilik dönemini siyasetten saymasak bile otuz yılı aşkın siyasi hayatında hep parti lideri olarak aktif siyasetin içinde kaldı ve ölümüyle siyasi hayatı sona erdi.
"Turgut Özal da kariyeri ölümüyle sona eren siyasetçilerden; aktif siyasi hayatı on sene sürdü; vefatında cumhurbaşkanıydı ve siyaset dünyasının santrfor mevkiinde bulunuyordu.

İkinci derecede etkili isimleri de ilave ederek listeyi uzatabiliriz ama sonuç değişmeyecektir; istikrar ve siyasi tecrübe kavramlarının kötüye kullanılmasıyla Türkiye'de siyaset, jübilesi ancak ölümle yapılan bir meslek haline geldi. Cumhuriyet tarihinde parti lideri iken, "bana bu kadarı yetişir" diyerek kendi iradesiyle siyasetten uzaklaşan tek isim Erdal İnönü'dür. Erdal İnönü'nün çekilme kararını, siyasi açıdan değilse bile insâni özellikler bakımından çok parlak ve faziletli bir davranış sayabiliriz.

Şimdi meselenin felsefi tarafına eğilelim; hayata tutunmak, yaşama içgüdüsünü yüksek tutmak arzusu eleştirilemez; kezâ bir meslekte başarılı olmak için azimkâr davranmak da övülmesi gereken niteliklerdendir. Fakat kamu işlerinde veya siyasette hep ayakta kalmak için çabalamanın da sınırları var; devlet memurları belirli bir yaşa geldiklerinde emekliye ayrılıyorlar ve emekli olanlar ömürlerinin kalan kısmını güzel ve verimli geçirmek için kendilerince daha küçük hedeflere yönelen ama insâni projeler geliştiriyorlar. Siyasetin de emekliliğe konu teşkil edebilecek bir sektör olduğunu kabullenmek ülkemizde henüz itibar görmüyor. Bu noktada "ben olmazsam bölük yazıhanesinde işler yürümez" zanneden kişileri şöyle tenkid etmek mümkün:
" Bu insanlar çalışmayı ve faal halde bulunmayı yücelttikleri için değil, statülerini ve statülerinden doğan konforu kaybetmemek için didiniyorlar.
" Kendilerini aşırı derece önemsiyor, seviyor ve varlıklarının ülke için son derece gerekli olduğunu düşünüyorlar.
" Etrafındaki insanlara aslında güvenmiyorlar; onlar arasında kendileri kadar başarı gösterebilecek kişilerin çıkabileceğine inanmıyorlar; böyle birinin varlığını hissettiklerinde savunma içgüdülerini harekete geçirerek o kişinin siyasi hayatını sekteye uğratıyorlar. Bu insanlara ancak ikinci derece görevler için güveniyor ve onlar sayesinde ayakta duruyorlar.
" Hayata ve dünyaya aşırı derecede bağlı oldukları tahmininden hareketle ölüm fikriyle bir türlü barışamadıkları, ölümden sonraki hayatı yeterince düşünmedikleri de söylenebilir.
" Memleket sevgilerinin derecesi ölçülemez ama bu sevginin zaman zaman kendi şahsiyetleri ile örtüşen bir ihtiras haline dönüştüğü de görülüyor; bu durumda kendilerini mi yoksa ülkeyi mi daha çok sevdiklerini tahmin etmek mümkün değil.
" Kanaatkârlık, mahviyetkârlık, başkalarının hakkına saygı gösterme, alçakgönüllülük gibi insanı sevimli kılan niteliklerden uzak bir görüntü çiziyorlar. Bütün bu emareler bana, siyasette gereğinden fazla kalan zevâtın dini düşünceyi yeterince özümsemediklerini hatırlatıyor; galiba bu insanlar sadece siyasi bir menfaate hizmet ettiği süre zarfında dindar davranmayı tercih ediyorlar. Bütün dinler insana dünyanın geçici, hayatın fani ve dünyevi başarıların küçük olduğunu hatırlatır; bizimkilere neyi hatırlatıyor dersiniz?

ALINTI:

"Yoldaşlar, diye haykırdı, umarım ki biz domuzların salt bencillik ve çıkarcılık ruhuyla bunu yaptığını sanmıyorsunuzdur. Çoğumuz süt içmeyi, elma yemeyi sevmeyiz. Bendeniz de bundan hoşlanmam. Gayemiz, biz domuzların sağlığını korumaktır. Biz domuzlar fikir işçisiyiz. Çiftliğin idaresi ve örgütlenmesi bize bağlı. Gece ve gündüz, biz sizin refahınız için çabalıyor ve sizi gözetiyoruz. Sizin hatırınız için sütleri içiyor, elmaları yiyoruz. Biz domuzlar görevimizi layıkıyla yerine getiremezsek ne olur biliyor musunuz? Jonas geri gelir. Evet, emin olun Jonas geri gelir."
George Orwell, Hayvan Çiftliği, Çev: Sedat Demir, Şule y., İst., 2000, s. 33

AKLINIZDA BULUNSUN

GÖRMEK DEĞİL, GÖRÜLMEK İÇİN
Özellikle gündüz vakti şehirlerarası karayollarında seyrederken kısa far yakmak konusunda birbirinden farklı uygulamaların hâlâ sürüp gidiyor olması şaşırtıcı. Geçenlerde yolum Ankara'nın batısına düştü; yollarda "farlarınızı yakınız" ikazlarını görünce "demek ki benim bildiğim doğruymuş" diye düşünmekten kendimi alamadım zira yıllardan beri kısa farlar açık olduğu halde yol alırken, karşıdan gelen arabaların selektör yapmalarından bıkıp usanmıştım. Trafik polisleri sadece cezalandırıcı değil eğitici hizmet de vermeliler; açık farla yola çıkma uygulaması eğer isabetli bir tedbir ise bütün Türkiye'de uygulanmalı, değilse yasaklanmalı. Kaldı ki ne kadar faydalı olduğu son derece açık.

Belki güleceksiniz ama öyle sanıyorum ki sürücülerin mühim bir kısmı farları açtığı takdirde akünün boşalacağı endişesiyle değil gündüzleri, akşam vakitlerinde bile kendisini görünür hale getirmiyor ve galiba "yolu gayet iyi görüyorum, farlara ne gerek var" diye düşünüyorlar. Halbuki far yakmak daha iyi görüş için değil, aracı görünür kılmak için alınmış bir tedbir. Avrupa'da üretilen bazı otomobil modellerinin kontakt anahtarı çevrildiğinde kendiliğinden farları da yakan bir düzenekle donatıldığından artık haberdar olmamız gerek.

Farlarınızı açmayı unutmayın olur mu? Daha iyi görmek için değil, farkedilmek için!

SÖZ:
"Âbideye lâyık olanların âbideye ihtiyaçları yoktur"
Hazlitt


Kaynak (Arşiv)