"Çocuk zeki de çalışmayı sevmiyor amcası!"
İşin doğrusunu Sağlık Bakanı Recep Akdağ söylemiş; "Kurban kesmeyi zamanla öğreniriz". Gerçeğin öteki yüzü bu.
Kurban kesmenin edebiyle, kurbana doğrudan karşı çıkmak arasında ayırd edilmesi gereken bir alan var; karıştırılmamalı.
Yirmi-otuz sene önce Kurban Bayramı'ndan bu kadar haber malzemesi çıkarmak niçin kimsenin aklına gelmezdi? Otuz senede Türkiye çok değişti. Evvelâ her şeye rağmen toplum refahında nüfus artışından daha hızlı bir nisbi yükselme görüldü. Kurban kesmekle mükellef olanların sayısı arttı. Aynı otuz senede Türkiye'nin şehirli birikimi büyük aşınmaya uğradı ve büyük şehirlerimiz, çığ gibi çoğalan yeni sâkinlerine şehir geleneklerini dikte edecek güç ve kararlılığını kaybetti. Köy yerinde kan kokusu alarak delirmiş hayvanı, ayak sinirlerini keserek çökertmek tabiidir ama aynı şeyi bir şehrin sokağında yapmaya kalkışırsanız göze tabii görünmez. Şehir, göze çirkin gelen tabiiliklerin yalıtıldığı, kurumların derûnunda görünmez hale getirildiği bir yerdir. Eskiden ayıplayıcı bir nazar, şehir âdâbını tesise yeterdi; şimdi kanun bile yetmiyor çünkü kanunu uygulamak dahi şehirli bir birikimi ister.
Şehrin gündelik et ihtiyacını karşılayan mezbaha, yüzbinlerce hayvanın yarım gün içinde kesildiği bir gelenekte talebi karşılamaz; meydan ister istemez, amatörlerin eline kalıyor; kendini yaralayanlar, hayvanı elden kaçıranlar, sağlıksız ve pis şartlar içinde dini vecibeyi yerine getirmeye kalkışanlar böyle görünür hale geliyor. Halledilemez mesele değildir ama şu esnadaki medenî birikimimiz bu çapta bir problemi yönetme ve çözme ehliyetine yetmiyor. "Eğitim işi" demiyorum, "medenî mesele" diyorum. Biz yıllardan beri medenîliği eğitimin neticesi addettik; eksiktir. Medenîlik, dengelerini bulmuş şehirlerde üretilen cinsten bir tecrübedir. Doğru teşhisi bulabilirsek tedavi için gereken zamanı azaltabiliriz.
Feci kurban manzaralarını ekrana getirerek eleştiriyi "kurban"a yöneltmek densizlik; bu densizliği yapanlar, camekânlı medya hisarlarında iş gören metroseksüel, çağdaş ve prezantabl görünüşlü yazar-çizer takımı olsa da neticede aynı "köylülük" kalıbından kurtulamıyorlar. Bu mânâsıyla köylülük, medenîliğin zıddıdır. Bu herc ü mercin yatışması için üretkenlik ahlâkı ile donanmış sâkin zamanlara ihtiyacımız var.
Bu arada tsunami felaketzedeleri için açılan yardım kampanyalarına yüz ağartıcı miktarlarda bağış yapılmadığı için fırsattan istifade teorik tenkid denemelerinde bulunanları da gözden kaçırmıyoruz. Meselenin derûnunda devletin güvenilirliği gibi çok önemli bir kavram var. Haklı olarak devlet, kötü uygulamalardan ders çıkararak bir nevi yardım kampanyalarında tekel tesis etti ama bizatihi kendisi bu tekeli yönetmekte beceriksizlik gösterdi. Kızılay'ın son dört yıl içinde 180 bin gönüllü kan vericiyi kaybetmesinin anlamı çok açıktır. Dört senede toplum ahlâkı, gayret edilse bile bu derece tefessühe uğrayamaz; doğru tahlil, "kamuya güvenilirlik"in azalmasında aranmalı. Bütün kabahati Kızılay'ı yönetenlerin üstüne silkeleyip toplumu mâsum göstermek haksızlık olur; neticede devleti, bürokrasiyi, Kızılay'ı yönetenler de aynı hamurun topakları çünkü. Biz Türkler, kendimize tarihi bir misyon olarak biçtiğimiz en iddialı sektörde, yani kamu idaresi kurmak ve işletmek maddesinde derin zaaflar gösteriyoruz. Bu noktada, "bizim çocuk çok zeki fakat çalışmayı sevmiyor amcası" bahânesine sığınamayız. Eğer yöneticiliği millî bir haslet sayıyorsak, bu kabiliyetin hayli dumura uğradığı aşikârdır ve milliyetçiliğin teorisi ile uğraşanların, basit çıkar analizlerinin fevkine yükselerek bu istikamette de enerji yoğunlaştırmaları beklenir.