Çanakkale geçilmedi!
Çanakkale Harbi'nin bizim nokta-i nazarımızdan ideolojik bir doğrultusu bulunmuyordu; mağlubiyet mukadder hale gelince "zalim ve cebîn" düşmana karşı savaşmanın en anlamlı müştereği, siyasi istiklâl haline geldi. Milli Mücadele'den galip çıktığımız halde, kurucuların devlete istikamet olarak 'muasır medeniyet'i göstermesi bu bakımdan çok izah edicidir. Yendiğimiz düşmanın hayat tarzından başka alternatifimiz yoktu ortalıkta.
Bizim her 18 Mart'ta "Çanakkale geçilmez" diye yüksek sesle haykırışımız ne ifade ediyor, tahlil edelim.
Bu slogan, tarihî gerçeklik itibariyle doğru değil; Çanakkale geçildi; üstelik geçemeyeceklerini iddia ettiğimiz aynı güçler tarafından geçildi; Mondros Mütarekesi hükümlerince İtilaf güçlerinin donanması 13 Kasım 1918'de, yani bizim üzerine kutlamalar yaptığımız 18 Mart 1915 tarihinden 3 yıl 8 ay sonra Çanakkale'yi geçti. Düşman donanması, 3,5 sene önce devrin askerî teknolojisi bakımından en yüksek ateş kudreti ile zorlayıp yüzgeri edildiği sahil tabyalarının önünden, -galip ihtimâlle- ellerinde çay fincanları, güvertelerine kurdukları çay masasının çevresinde etrafı seyrederek ve birkaç yıl evvel yaşadıkları mağlubiyetin hâtıralarını yâd ederek geçtiler.
Çanakkale geçildi ama 3 küsur senelik gecikmeyle. Bizim kutlamalarımız bu durumda ne anlam ifade ediyor; bir gecikmeyi mi kutlamaktayız sadece?
Evet, netice itibariyle bir gecikmeyi kutluyoruz. Biz Çanakkale Boğazı'nda destanî bir müdafaa harbi yaparak harbin seyrini değiştirdik ama neticesini değiştiremedik. Tarih kitaplarımız, harp müttefikimiz Bulgaristan'ın teslimi üzerine bizim de teslim olmak zorunda kaldığımızı yazarlar; bu, hayli nazikleştirilmiş bir ifadedir. Bulgaristan teslim olmasa bile yenilgimiz mukadder görünüyordu.
1915'te İtilaf Donanması'nı Çanakkale'den yüzgeri etmekle savaşın seyrini değiştirdik ve pratikte bu zafer, harbin uzamasına sebep oldu. 1915'te düşman donanması Çanakkale'yi geçseydi, en yakın hedef olarak İstanbul'u işgal edecek, Osmanlı Hükümeti'ni ve meşruti monarşi'nin padişahını baskı altında tutacak, Osmanlı ordusunu terhise zorlayacak, meclisi dağıtacak ve Osmanlı topraklarının stratejik yerlerine asker çıkararak buraları işgal edecekti. Bunların hepsi dört sene sonra sırasıyla vuku buldu.
Tarih disiplininde, "şu şöyle olsaydı, bu böyle olmazdı" kabilinden ihtimâl hesaplarıyla uğraşanlara hoş nazarla bakmazlar; bu, gayrıciddi bir spekülasyon eylemi gibi görülür ve ayıplanır. Ne var ki abartılı tarih yorumlarının köpürttüğü romantizmi düzeltmek ve tarihî olayların gerçek anlam ağırlığına erişmek için, kısacası "tarih üzerine düşünmek" için farklı bakış açıları geliştirmek faydalı olabilir.
Aklı başında bütün Osmanlı stratejistleri, kumandanları, paşaları, politikacıları ve yazarları bu harbe girmememiz gerektiği konusunda neredeyse fikir birliği etmişlerdir; dönemle ilgili hangi hâtıratı açsanız benzer ifadelerle karşılaşırsınız fakat aynı görüş sahipleri, bu harbin dışında nasıl kalabileceğimizi tahlil edemezler. İşin doğrusu şudur; Osmanlı Hükümeti, açıkça karşı çıksa bile bu harbe dahil edilecekti ve edilmiştir. Harbe Almanya'nın müttefiki olarak girmemizi akılsızlık olarak niteleyenler de hayli fazladır, halbuki o lüzumundan fazla Almancı görünen İttihat ve Terakki Hükümetleri'nin, tam da o demde İngiltere'ye yaklaşmak için ısrarlı politikalar yürüttükleri ama bilinçli bir şekilde bu ittifaka yaklaştırılmadıkları da gerçektir. Harp başladığı zaman İngiliz tersanelerinde iki savaş gemimiz (Sultan Osman ve Reşadiye zırhlıları) bitmiş haldeydi ve üstelik parası da ödenmiş bulunuyordu. Harbe Alman safında girmeyi düşünen bir hükümetin İngiliz tersanelerine sipariş vermesi elbette düşünülemez. Neticede İngiliz Hükümeti bu iki gemiye el koyarak hasmâne bir tutum takınmıştı.
Esasen bilmemiz gerekir ki bu harbin nihai maksatlarından biri, meşhur 'Şark Meselesi'nin, yani Osmanlı Devleti'nin tarihten ve coğrafyadan tasfiyesi idi ve biz istemesek de, verimli petrol yataklarına sahip Osmanlı toprakları işgale uğrayacaktı. Ortadoğu haritasının bugünkü haline bakarsanız, bu harbin en mühim neticesinin ne olduğunu derhal fark edersiniz!
Ve bu harpten galib çıkabilme ihtimalimiz de yoktu. Rus Çarlığı'nın ihtilâl sebebiyle erkenden harbden çekilmesi bile bu ihtimali artırmadı; dünyanın en güçlü armadasını Çanakkale'de mağlub etmek de işe yaramadı.
Çanakkale, bu zalim harp safâhatı içinde gururumuzu okşayan birkaç zaferden birisidir; şüphesiz bu zaferin askerî boyutu abartılmaya müstehaktır ama tarihî ve siyasi sonuçları itibariyle değil.
Eğer 1918'in sonbaharında Çanakkale'yi bir kere daha geçilmez kılabilmeye gücümüz yetseydi, o zaman bu harbin anlamı daha çok yüceltilmeyi hak ederdi; ne var ki Çanakkale geçildi, İstanbul işgal edildi, hükümet ve devlet başkanlığı baskı altına alındı, meclis dağıtıldı, daha harbin başlarında yapıldığı bilinen paylaşma ve işgal planları devreye sokuldu, pâyitahtımız düştü ve ordumuz terhis edildi.
Çanakkale'nin geçilmezliği kavramından anladığımız eğer, müstevlî, yani işgalci kuvvetler hayat tarzının, felsefesinin ve dünya görüşünün yüzgeri edilmesi fikriyse, o mânâda dahi Çanakkale'nin geçildiğini kabul etmemiz gerekiyor. Bu harp bizim için böyle dramatik bir anlam taşır; bu harpten -ezkazâ- galip çıksak bile yüzümüz yine 'garb'a dönük duracaktı. Osmanlı entellektüelleri arasında, mağlubiyeti takib eden utanç verici işgal esnasında bile, bir asır evvelinden zihinlerimizi işgale uğratmış Garb fikrine karşı esaslı bir muhalefet yükselmemiştir. Mütakere günlerinde önemli Osmanlı entellektüelleri, ciddi ciddi Amerikan mandaterliğinin himayesine girmeyi müzakere ederken, bir başka topluluk ise İstanbul'da İngiliz Muhibleri Cemiyeti'ne âzâ kaydetmekle meşguldü. Aynı ikircikli duruş Milli Mücadelemize de intikal etmiştir ve bu zorlu açmazı Mehmet Akif merhum, "Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar" mısraında ustalıkla dile getirmişti. Aynı ikircik motifini meşhur Galatasaraylı şair Emin Bülend 'in (Serdaroğlu) Girit felâketinin ardından yazdığı "Kin" şiirinde de buluruz, der ki,
"Garb'ın cebîn-i zalimi affetmedim seni,
Türküm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi"
Hâsılı bu harbin bizim nokta-i nazarımızdan ideolojik bir doğrultusu bulunmuyordu; mağlubiyet mukadder hale gelince "zalim ve cebîn" düşmana karşı savaşmanın en anlamlı müştereği, siyasi istiklâl haline geldi. Milli Mücadele'den galip çıktığımız halde, kurucuların devlete istikamet olarak 'muasır medeniyet'i göstermesi bu bakımdan çok izah edicidir. Yendiğimiz düşmanın hayat tarzından başka alternatifimiz yoktu ortalıkta.
Bizim bu mânâda bir Çanakkale'miz hiç olmamıştı zaten. 1915'te Çanakkale cephesini tutan Osmanlılar, harbe ideolojik değil, politik bir mânâ yüklemişlerdi; düşman geçmemeliydi; geçerse istiklâlimizi kaybedecek, esârete düşecektik, Osmanlı ülkesi darmadağın olacaktı!
"1915'te düşman donanması Boğazları geçseydi ne olurdu" tamamen ayrı bir fasıldır, bu türlü spekülasyonların kıymeti yoktur ama tarih, bugünü anlamak, yarını kestirmek için lâzımdır; onun hamâsete bulanmış bir sis perdesi altında, siyâk ü sibâkından tecrid edilmiş bir tarzda tekrarlanmasıyla tarih düşüncesini zenginleştirmiş olmuyoruz. Bu tarih telakkisi bugünü anlamak ve yarını kestirmek bâbında işe yaramaz bir slogan yığınından ibarettir.