Çanakkale edebiyatımız niçin 'vasat'?

Çanakkale edebiyatının en pırıltılı sayfasında Mehmet Âkif merhûmun, "Çanakkale Şehitlerine" ünvanlı şiiri duruyor; Safâhat'ın Altıncı kitabında yayınlanan bu şiir 1919 tarihini taşımakta.

Müttefiklerin bir gece yarısı ansızın pılıyı-pırtıyı toplayıp sessizce çekilmesinin ardından Çanakkale cephesine dair çok şey yazıldı; hattâ bu meyanda Sultan Reşad'ın, "Savlet etmişdi Çanakkal'aya bahr ü berden" mısrâıyla başlayan gazeli ve ona yazılan haylice tahmis de dâhil, aynı parlaklığa erişebilmiş bir başka edebiyat nümûnesi göstermek imkânsız gibidir: Ne doğru dürüst bir tiyatro eseri, ne bir roman, ne beste, ne bir eli yüzü düzgün film, hatta el atınca bulabileceğiniz ilmî bir monografi. Birkaç seneden beri Çanakkale muharebeleri, eskiye göre sayıca daha çok yayın ve faaliyete konu teşkil ediyor; ezcümle yayın var, sanat yok.

İki gün önce yayınlanan Zaman'ın CumaErtesi ekinin 15. sayfasında Sevinç Özarslan'ın yaptığı inceleme haberi bu bakımdan önemle vurgulamak isterim; "Çanakkale kitapları geçit vermiyor" başlıklı habere göre bazı yayınevleri sezon sonuna doğru yaklaşırken ciro eksiğini kapatmak için "özel gün" kitaplarına ağırlık veriyor ve genellikle umduklarını buluyorlar; gerisini haber metninden aynen alıyorum: "Özellikle belediyeler ve çeşitli kamu kurumları tarafından bu kitapların yüksek miktarda alınıp dağıtılması, yayıncıların iştahını kabartıyor. Bu, bir yönüyle iyi; çünkü bugüne kadar ihmal edilmiş kitaplar bu dönemde ortaya çıkıyor, iyi araştırmalara imza atılıyor. Diğer yönüyle de kötü; çünkü bu dönemler furya olarak algılanıp alelacele çok kötü kitaplar basılıyor. Özellikle Çanakkale Savaşı'yla ilgili basılan kitaplarda bu sorun daha fazla. Son beş yılda yaklaşık 150 adet Çanakkale kitabı basılmış. Hatıralar, telif eserler, gezi rehberleri bu kitaplar arasında öne çıkıyor. Sorun kitapların çok basılmasında değil, 'google'dan derlenip, kopyala yapıştır mantığıyla' hazırlanmasında. Mehmed Niyazi bu durumu, hem tarihe hem de şehitlere saygısızlık olarak değerlendiriyor. "Tadında bırakmayı bilemiyoruz. Üç kuruş menfaat elde edelim diye herkes şehitlerimize saygısızlık yapıyor. 250 bin şehidimiz mi var, keşke bu kadar kitap yazılsa; ama doğru yazılsa' diyor."

Sevinç Özarslan'ı, nice zamandır, "acaba bunca kitap bakanlıklara toptan satılmak için mi yazdırılıyor?" vehmimi doğrulayan bir haber yaptığı için tebrik ediyorum.

Çanakkale hakkında yazılan bir taze roman duruyor masamın üstünde; ifâde hatalarını işaretlerken ilk sayfanın yarısını çizivermişim. "İyiyi al, kötüyü terket" denilebilir ama neticede ortada Âkif'in destanı kalıyor.

Hamâsete bu kadar meraklı ve teşne bir toplumda, hamâsî edebiyatın yerlerde sürünmesi hayret edilesi bir hâldir.


Devlet Tiyatrosu sanatçılarının dizilerde rol alması, bir yönetmelik ârızası yüzünden riske girince "bürokratik ruh"un vâveylâsına şahit olduk. "Kaliteli ve eğitimli sanatçılar ekranlardan uzaklaştırılıyor, ortalık mankenlere kalacak" korosu, her zaman olduğu gibi sayıca az fakat falsosuz bir icrâ gösterdiler ve gariptir ki, cümleten "manken" zümresine ilhâk edilerek topluca aşağılanan sanat erbâbından doğru dürüst bir itiraz yükselmedi. Bizim bildiğimiz sanatın ve sanatçının kadr ü kıymeti, hangi bordrodan maaş aldıklarına değil, işlerini icra etmekte gösterdikleri mahârete göre değerlendirilir. İyi iyidir, vasat da vasat (Sanatta vasata tahammül edilmez, kötünün adı vasattır). Sanatçılar arasında bir nevi ayrımcılık anlamına gelen bu değerlendirmeyi, "kötü" bir dizi seyircisi olarak şiddetle ayıplıyorum.

Dizilerde ve filmlerde sadece DT sanatçılarının görev aldığını düşünün bir; işte o zaman fosilleşmiş bürokratik feryadın vehâmetini kestirebilirsiniz.


Kaynak (Arşiv)