Cami vergisi, tüp parası!
Yıl 1990, yer E. şehri; benim demir doğrama-kaynak işleri yaptığım bir atelyem vardı; ek iş olarak da çekyat ürettiğim için bir kaynakçı ustasına ihtiyacım oldu, ilan verdim ve askerden yeni gelmiş genç bir arkadaşı işe aldım.
Bu arkadaş çalışmaya başlayınca onun iki samimi arkadaşı da dükkândan çıkmaz oldular; efendi çocuklar, bu esnada birbirimizi kısmen de olsa tanımaya başladığımız için olsa gerek, bana dinî konulardan bazı şeyler soruyorlar, ben de bilebildiğim kadar cevaplıyorum.
Aradan üç ay kadar bir zaman geçti; bunlar karar vermişler, cuma namazına gidecekler. Enteresan olan şu ki, bu yaşlarına kadar hiç camiye siftahları yok ve din adına kimseden bir şey duymamışlar; bu yüzden bana abdest nedir, cami adabı nasıldır, namaz nasıl kılınır gibi lüzumlu şeyler sordular. Bildiklerimi kısaca bir haftada dilimin döndüğü kadar anlattım.
Cuma geldi, vakit erişti; bunlardan ikisi abdest aldı, üçüncüsü mazereti olduğunu bildirerek gelmedi. Gençler arkadaşlarını biraz sıkıştırdılar ama ben zorlamamaları için uyarınca vazgeçip üstüne gitmediler. Üç kişi cuma namazına gittik.
Ertesi cuma yine o ikisi abdestlerini aldılar ama o üçüncüsü yine özür beyan edince müdahale ettim. İkna ettik, abdestler alındı, düştük yola.
Yolda o üçüncü arkadaş diğerlerine hissettirmeden yanıma yaklaşıp –bugünün parasıyla 100 lira istedi; verdim.
Üçüncü hafta yine aynı şeyler yaşandı. İki arkadaş abdest aldılar, üçüncü yine bahaneler uydurmaya başlayınca ona demişler ki, “Bak aslanım, zaten fazla uzun sürmüyor ama insan ne güzel huzur duyuyor” falan dediklerinde delikanlı aynen,
-Yeter be arkadaş, demiş, “Hâlimi bilmeden konuşuyorsunuz; geçen hafta cami parasını ustadan aldım, şimdi yine istesem ayıp olur, benim param yok. Ben de biliyorum ki cumaya gitmek lâzımdır, lâkin param yok ne yapayım!”
Bunu duyunca çok şaşırdım; dedim ki:
-Ne cami parası yahu hayrola?
Aldığım cevap, hayatta aklımın ucundan geçmeyecek bir türdendi, dedi ki,
-Hani camiye gidip de namazdan sonra çıkınca para veriyorsun ya… O paradan bahsediyorum, yok ki vereyim!
Bunu duyunca inanın ki içimde sanki müthiş bir yangın çıktığını hissettim, çünkü ortada vahim bir yanlış anlama durumu vardı. Meğer bu genç arkadaşımız cami çıkışı kapıda âdet üzere yardım parası toplanmasını yanlış anlamış. Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim, sonradan düşündüm ki, öyle anlaması aslında gayet normal, zira toplumun bir bölümü var ki, sadece bayram namazlarına gidiyor, diğer bir kısmı ise sadece cumadan cumaya alnı secde gören insanlar; hâl böyle olunca ve her bayram sabahı, her cuma çıkışında camide para toplandığını görünce bu kardeşimizin de her namazda para toplanmasını dinin asıl rüknü gibi bir şey zannetmiş.
Meseleyi niçin yanlış anladığını, para toplama âdetinin nasıl uygulandığını ona anlattım ama o günden sonra da cami çıkışında hiçbir şekilde kimselere para vermeme kararı aldım kendimce. Bu durumu ulaşabildiğim imamlara ve hatta Diyanet İşleri Başkanlığı’na da yazdım; cevaplar, “haklısınız ama başka da yol yok, vb.” şeklinde idi.
Bildiğim kadarıyla camilerde toplanan paralar pek de öyle âhım-şâhım miktarlara ulaşmıyor, çoğu zaten bozuk paradır. Bunun yerine cami müdavimi esnaf ve cemaate ihtiyaç güzelce anlatılsa, kapı önünde toplanan ufak meblağın en az on katı temin edilir. Halkımız camisinden, din hizmetlerinden para-pul esirgemez çünkü. Her hafta otomatiğe bağlanmış şekilde para toplamanın milletin yardımlaşma duygularını uyuşturmaktan başka işe yaramadığını defalarca duyurmaya çalıştım ama hep sonuçsuz kaldı.
Lâf lâfı açıyor, belki bir hayra vesile olurum düşüncesiyle size bir Ramazan hâtıramı da nakletmek isterim:
Hayli zaman önce bir Ramazan Bayramı arifesi çalıştırdığım işçilerin ücretlerini ödedim; cebimde yaklaşık 450 lira kadar bir para kaldı.
O günlerde yeni boşanmışım, bekâr arkadaşlarla kalıyorum; akşam ezanı da yakın. Tam apartmanın önüne geldiğimde bir hanım, birisi kucağında diğerinin elinden tutmuş iki çocuğu ile her hâlinden çok utanıp sıkıldığı belli, yanıma yaklaştı. Zor-güç diyebildi ki:
-Abi, 10 gündür bir şey yemiyoruz, ben neyse ama çocuklar dayanamıyor…
Lâfın gerisi gelmedi, bunları duyunca perişan oldum. Elimi cebime attım, ne varsa hepsini eline tutuşturdum. Cebimde bir kuruş para kalmadı. Tam asansöre binerken nefsim dedi ki, “Yahu 50 lira olsun kendine ayırsaydın, bayramda lâzım olmaz mı?”
“Defol şeytan diye bu duyguyu uzaklaştırmak için bir Âyet-el Kürsi okudum; bu arada ağlıyordum. “Neyse” dedim, “Bir çay demleyeyim, sofraya bir şeyler koyayım ki son orucumu açayım.” Aklımca iftardan sonra dışarı çıkıp bir arkadaştan borç alacağım; fakat o da ne? Tüp bitmiş, tüp 20 lira. Yapacak bir şey yok. Dedim “Hemen gideyim bir arkadaş bulabilirsem o saatte borç alayım”. Daha evden yüz metre uzaklaşmadan yaşlı bir teyze bastonu ile karşı kaldırımdan bana doğru yürüyüp geldi, elinde siyah bir poşet.
-Evladım şunu tutar mısın?
Gayri ihtiyari poşeti aldım, aldım ama teyze yürümeye devam ediyor, arkasından seslendim, “Teyze poşetiniz bende kaldı!”
Döndü, “Evladım o senin.” Poşete baktım, içinde kuru pastaya benzer bir şeyler. Teşekkür edip eve geri döndüm, çünkü bunlar benim oruç açmama yetiyor. Evde poşeti açtım. Yiyecek şeylere ilaveten içinde bir kâğıt fark ettim. Kâğıdı açtım ki içinde 70 lira para!
Hani az evvel kalbimden “Kendime elli lira olsun bıraksaydım” demiştim ya, Allah onu bana göndermiş hem de tüp parası ile birlikte!
*
Geçen hafta, “Boş geçmeyelim Müslümanlar” başlıklı yazıyı değerlendiren çok güzel mektuplar aldım. Bir cami görevlisinden gelen, “Hocam, bahsettikleriniz, bizim bildiklerimiz ve çektiklerimizin yanında hiç kalır.” imâlı mektup önemliydi. “Aldatan olacağına, bile bile aldanan olmalı.” mealini destekleyen dikkat çekici mektuplar da vardı; içlerinden birisi vardı ki, sizlerle paylaşmam gerektiğini düşündüm. Yukarıda okuduğunuz o mektuptur. Biraz imlâsını düzeltmekle yetindim. İsmini, “Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli” düsturunca saklı bıraktım.
Allah cümlemizi hayra memur kılsın; hayırlarımızı kabul buyursun ve nimetleriyle bereketlendirsin. [email protected]