Cami avlusu: Türk aydınının durakladığı yer!
Türk aydını câminin harimini tanımaz; onun ilgisi en fazla cami avlusundaki şadırvanda şakırdayan suyun sesinde, bilek kalınlığında döğme demirden yapılmış pencere şebekelerinin metânetinde ve mâbedin panorama içinde teşkil ettiği siluette kalır.
Kişi, inancından ötürü sorgulanamaz ama kişinin inanç kompozisyonu, onun anlaşılması için çok gerekli ipuçları taşıyabilir: Yargılamak değil, anlamak için! Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Bursa'da zaman" isimli şiiri şu iki mısra ile başlar:
"Bursa'da eski bir cami avlusu / Küçük şadırvanda şakırdayan su."
Bu iki mısradan hareketle hüküm vermek ilk bakışta yanlış görünüyor; ne var ki, Tanpınar'ın şair ve yazar sıfatıyla kaleme aldığı külliyatından hâsıl olan intiba bu hükmü destekler mâhiyettedir. Tanpınar, modernleşme devrinin ediplerine hâkim olan bir tedirginliğin verdiği hâletle câminin sadece avlusuna kadar intikal edebilmiş ama "harim"ine girmeye birşeyler engel olmuştur. Türk aydını câminin harimini tanımaz; onun ilgisi en fazla cami avlusundaki şadırvanda şakırdayan suyun sesinde, bilek kalınlığında döğme demirden yapılmış pencere şebekelerinin metânetinde ve mâbedin panorama içinde teşkil ettiği siluette kalır. Aynen Ali Rıza Bey'in bir fotoğraf hassasiyeti ve orientalist dikkatiyle yaptığı tablolardaki "yarımlık" hissine tıpatıp uyan bir tedirginliktir bu. Ali Rıza Bey tablolarında, Osmanlı gündelik hayatını türbe, cami avlusu, bedesten veya bir konağın başodasından müteşekkil bir dekor önünde, resme sadece hareket unsuru kazandırmak için resmedilmiş şarklı tiplere poz verdirerek aksettirmekle iktifâ eder. XIX. yüzyılda Batılıların, daha sonraları turistlerin dikkat ve "aferin"ini celbedebilecek temalardır bunlar. Uzaktan bakılınca "yerli, otantik, milli ve hatta dini" imiş gibi görünür ama bu tablolar, kadriyaj, odak noktası, ışık tercihi, dekor seçimi ve resmin aksettirmesi gereken ruh itibariyle yerli ve dini mahiyet taşımaktan ziyade batı mukallitliğini geçip evrensel kaliteye erişemez.
Meselâ Goya'nın eserlerinde sıkça resmedilen "vecd" enstantanelerine bizim resmimizde tesâdüf olunmaz. Mâbedin içi, harikulâde tezyinata, kubbelerle ve sütunlarla zenginleşmiş iç hacime, dar ve ölçülü pencerelerden akseden zayıf ışığın yarattığı renk kombinasyonları ve gölge derinliklerini rabtedebilmek için bir temâ teşkil etmekten öteye, bizzat kendisi bir anafikir olarak kıymete lâyık bulunmaz.
Her eser, sahibinin bakış açısını fâş eder; bizim sanatkâr ve aydının bakışı bir türlü içerden dışarıya doğru yönelmez. Kendi hakikatine, kurumlarına, inancına ve insanına batılıların öğrettiği kadriyajla bakmaktan kurtulamaz. Sonra günün birinde içi ürpermeyle sarsılır ve duruşunun ne kadar "dışarılıklı" olduğunu farkeder; yaklaşmaya, temas etmeye, anlamaya çalışır; iyiniyetli gayretler çoğu kere cami avlusuna, şadırvana, eski hayatımıza dair görünür unsurların güzelliğine yönelerek görünürden görünmeyen mânâ ve medlûle doğru sızmaya çabalar lâkin "yarım kalmak" onun kaderi gibidir. Irsiyetinden gelen ve hücrelerinde esasen mevcut bulunan değerleri gönlü ve rûhuyla değil, aklıyla irdeler; onlara kendi rasyonalite dünyasında asıl yeri tutan batılı unsurlar yanında sakil ve kerih durmayacak raflar tanzim etmeye koyulur; onlarla musalaha akdetmeğe uğraşır, izaha çabalar. Aslında başkalarına değil kendine izah etme, başkalarında değil kendi düşünce dünyasında yerli ve dini unsurlara meşruiyet kazandırma dâvâsındadır. İlk okuyuş ve görüşte "bizden" intibaı uyanabilir insanda fakat yarımdır; trajik derecede yarım!
Hatırlayın; bazı cenaze merasimleri vardır hani: Tabut camie getirilir, musalla taşına konulur. Dostlarına karşı son vazifelerini yapmak isteyen bazı insanlar, vakit namazı için caminin harimine girmek yerine avluyu çevreleyen şebekeli duvarların hemen kenarında beklerler. İçlerinden bir kısmı cenaze namazına katılıp saf tutmaya cesaret ederken diğer kısmı kenarda bekleşip durur. Tabut, omuzlar üzerinde cami avlusundan çıkarılırken bu insanlar, içlerindeki tedirginliği yatıştırmak, arkadaşının hâtırasına karşı en azından bir jest, bir "şey" yapabilmek için tabutu alkışlamaya başlarlar. İşte bu alkıştır ki derûnunda tam bir iç yarılması, eksiksiz bir trajedinin bütün unsurlarını taşır; ne, oralara gelmemezlik edecek kadar kadar kayıtsız ve cesur, ne de cami harimine girebilecek kadar iç bütünlük sahibidir. Türk aydınının "yarımlığını", son alkış kadar dramatize eden pek az örnek gösterilebilir ve nihai planda onu evrensel kaliteye vâsıl olamadan yarı yolda bırakan sebep onun yarım kalmışlığıdır.
ALINTI:
"Sonunda bu tartışmalar, Mill'ci çoğulculuğun Poppercı biçiminin bilim pratiğiyle uyuşmayıp, bildiğimiz bilimi bozduğunu gösterdi. Bilimde akıl evrensel olmaz; akıldışı tümüyle dışlanamaz. Bilimin bu özelliği anarşist bilgi kuramını gerektirir. Bilimin kutsal olmadığının anlaşılması, bilimle efsane arasındaki kavga, iki tarafın da bu kavgayı kazanmasıyla sonuçlandı, üstelik anarşizmi de güçlendirdi."
Paul K. Feyerabend, Yönteme Hayır, Ara Yay.,İstanbul, 1989, s. 185
BİR KİTAP, BİR SAZ:
NEYİN SIRRI HÂLÂ HASRET
Beşir Ayvazoğlu, yazarlık kariyenin en parlak günlerini yaşıyor ve birbirinden nâdide eserler vererek zamana pençelerini geçiriyor. Yahya Kemal Beyatlı'nın hayatını romanlaştıran "Bozgunda Fetih Rüyası"ndan sonra bu defa "Neyin Sırrı Hâlâ Hasret" ismini taşıyan monografisi ile okuyucusunun karşısına çıkan Ayvazoğlu, şimdiki kuşakların bile asla anlayamayacağı medeni şifreleri binbir emek, titizlik ve çalışma heyecanı ile çözüp düzgün, akıcı, anlaşılır ve sade bir Türkçe ile geçmişle yarın arasına kelimelerden köprü kurarak "anlam" alanına getiriyor.
"Neyin Sırrı Hâlâ Hasret", bir "ney"kitabı. Musikimizin ve Mevlevi geleneğinin en mühim sazı olan ney, yapısının basitliğine ve tabiiliğine rağmen icrâsında zorluklar ve hatta sırlar gizleyen bir âlet. Kitapta sırrın nasıl çözülebileceği değil, sırrın ne olduğu anlatılıyor; neyle ilgili şiirler, yazılar, fotoğraflar ve hatıralar refakatinde birbirinden ney meşk ederek an'aneyi devam ettiren neyzenlerin silsilesi de naklediliyor.
Neyin Sırrı Hâlâ Hasret, Kubbealtı Neşriyatı tarafından yayınlandı; başta yazarına, daha sonra bu güzel esere emeği geçen her kişi ve kuruma kültürümüz nâmına şükran borçluyuz.
SÖZ
"Yıldızlar, ateş böceği sanılmaktan korkmazlar."
Tagore