Bursa’daki saklı bahçe
"Dejavu” kelimesini daha önce duymuş olabilirsiniz ama yine de açıklamakta fayda var; daha önce başınıza geldiğini, yaşadığınızı düşündüğünüz bir hadiseyle yeniden karşılaşınca kapıldığınız duygu anlamına geliyor.
İşte o büyük kanatlı kapıdan içeri adım atınca o hisse kapıldım. İlki, bundan yaklaşık otuz sene kadar önceydi. Şehrin kenarındaki mahallelerden birinde, eski bir evin bahçe kapısından girip daracık avluyu iki adımda geçtikten sonra sıradışı bir özellik taşımayan ahşap merdivenlerden çıktığımda, zaman içinde tayy-ı mekân ederek birkaç yüzyıl geriye gittiğim hissine kapılmıştım. Ev, belki sekiz-on kuşaktan beri şehrin yerlilerinden köklü bir ailenin mülkiyetindeydi. İçinde artık kimse oturmuyordu ve tam ortasından ikiye bölünmüş, daha doğrusu muhtemelen miras anlaşmazlığı sebebiyle yarısı yıkılmıştı ama kalan kısmı hâlâ mazbut durumdaydı.
O KADAR TAZE VE ESKİ!
İçinde artık eşya namına pek bir şey kalmayan o evde iki asırdan beri hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu görebiliyordum. Büyük divan odasında selâmlıktaydık. Tavanda eski ince marangozluğun eseri harika çıta ve oyma işleri dipdiri duruyordu. Geçmiş zamanın rengini kızarttığı ahşap dokuda, ustanın keskisinden nasılsa artakalmış küçük yonga izleri bile yerli yerindeydi. O kadar taze ve eski!
Odanın bir duvarı olduğu gibi dolaptı ve dolabın bir kapağı döner tabla teşkilatı ile mutfağa açılıyordu. Çok ince, çok zekîce ve insâni bir çözüm!
Ev hâlâ çok güzeldi ama asıl sürpriz mutfak kısmında, bir köşede duran irice bir ahşap sandığın içinde bekliyordu. Bir Osmanlı tekkesinin neredeyse bütün evrâkı o sandığın içindeydi. Çoğunluğu evkaf idaresiyle tekkenin yazışmalarından mürekkep o birkaç yüzyıllık evrâkı, evin sahibi durumundaki arkadaşım incelenmek üzere bana emânet etti. Bu evrak daha sonra esaslı bir doktora tezinin belkemiğini teşkil edecek ama tezin sahibi, evrakın sorumluluğunu taşıyan ve neticede birkaç yıl sonra sahibine teslim eden bu fakire çalışmasında teşekkür etmeye bile lüzûm göstermeyecekti! Ayrı fasıl; konudan ayrılmayalım: Bu sandık, o ânâ kadar gördüğüm ve şahid olduğum en fantastik şeydi, Ali Baba ve Haramiler masalındaki meşhur hazine mağarasında bulunan bir hazineydi âdeta.
Yirmi gün kadar önce Bursa’da tevâfuken bir geçmiş zaman efendisi ile tanışmak bahtiyarlığına erdim. Uzun boylu, ince yapılı, ak saçlı ve ak sakallı, eben an ced Bursalı bir beyefendi. Safiyüddin Erhan.
LOKMA ETMEK
Tanışma faslından sonra bir yerde oturup sohbet etmek, iki yudum çay içmek fikriyle yürümeye başladık; derken bu fikir “birkaç şeyler lokma edelim” şekline dönüştü. İbârenin mânâsı kendiliğinden çıkıyor ama bu tasarrufla ilk defa karşılaşıyorum. “Lokma etmek” yemek yiyelim’in daha zarif ve edepli bir tekke tâbiri. Kelimelerin seçimi önemlidir ve tercih eden insanı da büyük nisbetle tarif eder. Safiyüddin Bey belli ki, “Kadîm Bursalı” olmaktan daha öte biriydi.
Lokma faslından sonra kahve teklifi ile hemen çok yakınlardaki evine davet etmek inceliğini gösterdi. Bursa’da şehir merkezinde, trafiğin ve aceleci kalabalık kesafetinin tam orta yerinde, birkaç dönemeçli sokak içine gizlenmiş bir 17. yüzyıl yapısıyla karşılaşınca Dejavu kelimesini yeniden hatırladım. Kültür şoku diye bir şey varsa, onu Bursa’nın orta yerinde yaşamak garip bir duygu ve galiba bize mahsus bir şey...
Evet, her şehrin kalbinde birkaç eski evin bulunduğu sokak mevcut hâlâ; ne var ki onlar deridir, bilemediniz köhne ve kadidi çıkmış bir paltodur ayakta duran; içindeki hayat çoktan kurumuş ve boşalmıştır. “Etnografik” bir heyecanla sağdan soldan toparlanmış ve birbiriyle ahenk teşkil edip etmediğine bakmadan sağa sola serpiştirilmiş eşyalarla canlandırılmaya çalışılan “müze ev”ler vardır hani, bazen odalarından birkaçına folklorik kıyafetler geçirilmiş alçı mankenler bile yerleştirirler... Bilirsiniz ki gördüğünüz kifâyetsiz ve kötü bir geçmiş zaman tasviridir; bütün heyecan ve gayrete rağmen evin ruhu göçüp gitmiştir. Bir manada evden çok evin mezar taşını andırırlar.
BURSA’DA ESKİ BİR EV AVLUSU...
Mecazi mânâda nefesimin kesilmesine sebep olan, neredeyse bir kilo ağırlığındaki iri ve eski usul demir anahtarla açılan kanatlı kapının, bir anda en azından 3 asırlık tayy-ı mekân çizgisini temsil etmesiydi. Kanatlı kapının hemen ardındaki aile haziresi (kabristan) ile ziyaretçilerini daha ilk adımda sarsan 1,5 dönümlük avlu, çok binalı, küçük çaplı bir külliyeyi kucağına alan ve modern şehrin patırtısına kulak asmayan bir yeşillikli kucak gibi. Taş döşeli avlu, ortada hâlâ suları dinlendiren eski tarz bir havuz ve üstünde giderek artan bir iştiha ile avluyu gölgelemeye azmetmiş asma çardağı; bir saklı bahçe, saklı bahçe içinde saklı bir mekân ve mekân içinde saklı bir hayat. Öyle ki, birkaç adım ötede sokağın telâşesiyle duvarların ötesinde yürüyüp geçen Bursalıların bir ömür boyunca hiç farkında olamayacakları bir iklim.
Vaktiyle doğup içinde büyüdüğümüz mekânların çok daha geniş ve yeşil bir numûnesi. Dejavu hissi vermesi bu yüzden. Kalbimizde sızlayan çizik ise, böyle numûnelerin artık çok büyük tesadüflerin eseriyle ayakta durabilmesi.
MÂBED BEKÇİSİ AMA NASIL?
Safiyüddin Bey’i tavsif edecek en iyi tabir, “Bir mâbed bekçisi” olsa gerektir; hayır, mescid veya tapınağı bekleyen mânâsındaki bir bekçilik, kayyumluk değil bu elbette. Ecdâdın ve ecdâdının hâtırasını muhafazaya, ihyâya hasredilmiş bir hayat onunki. Kendi tâbiriyle “Aile ve Bursa tarihine dair mazi şuurunu ve tedkiklerini kendine zevk etmek, ahşap mimari eserler üzerindeki görgü ve icra melekesini artırmak” vazifesi. Hayatına mânâ veren ve dik tutan gaye, Bursa’da hâlâ ayakta kalabilmiş eski ve ahşap tarih yadigârlarını aslına uygun malzemeyle ve usûlle onarıp ihyâ etmek.
Bursa Çarşısı’nın ortasındaki saklı bahçe içindeki saklı ev, onun için derûnunda yeniden tâzelenerek hayat bulduğu bir mütevazı hisar, bir kale hükmünde.
Safiyüddin Bey, Eşrefoğlu Rûmî’nin hayattaki son torunu. Saklı bahçe içindeki ev ise esasen bütün müştemilâtı ile bir Eşrefoğlu dergâhı. Evin her köşesi, her ayrıntısı, tabandaki yaygıdan tavan döşemesine, duvarları coşkun bir heyecanla ziynetlendiren hüsn-i hat levhalarından, pencere doğramalarındaki ince işçilik ayrıntılarına kadar “Türk evi nedir ve neye benzer?” sorusuna verilmiş şâheser bir cevap.
BİR NUH GEMİSİ
Mâbed bekçisi demiştim ya, sadece mânevî hâtıraların, sadece Eşrefoğlu yadigârlarının değil, Bursa’da yokluğa ve nisyana terk edilmiş her nevi maddî kültür unsurunun da bekçisi mevkiinde Safiyüddin Bey. Saklı bahçe içindeki müştemilât, mahvolmaktan son anda kurtarılmış kitap, levha, tavan kaplaması, oluklu kiremit, dolap kapağı, kapı vb. gibi malzemeyi hayata bağlayan bir tahlisiye (cankurtaran) sandalı, bir Nuh gemisi gibi. Şairin “Hayretler içinde kaldım evvel/ Hayrette karar kıldım âhir” beyti, saklı bahçe derûnunda yaşadığım hissiyatı bir nebze olsun anlatabilir belki.
“BURSA’YI GÖRDÜM” DEMEK İÇİN…
Evin üst katı ise boydan boya mescid şeklinde inşâ olunmuş; her türlü müştemilâtı (hatta daha fazlası ile) bir mescid. Duvarlarını süsleyen hüsn-i hat levhalarının her biri çürümeye, çöp olmaya terk edilmiş iken kurtarılmış ecdâd hatıraları. Sadece bu mekânın teşkil ettiği küçücük misâl bile “Eski Bursa âhengi”nin nasıl dayanılmaz bir güzellik iklimi teşkil ettiğini hatırlatmaya kâfi geliyor. Safiyüddin Bey’le daha sonra, onarımına meccânen ve hasseten iştirak ettiği, Bursa’nın en tanınmış erenlerinden Üftâde Hazretleri’nin mescid ve dergahını ziyaret ettik. Bu dergâhı ve üzerine kartal gibi konduğu tepeyi görmeyen “Bursa’yı gördüm” dememelidir. Bu yılın Ramazan’ına yetiştirilmeye çalışılan bu dergâh külliyesi, Bursa’nın en değerli incisi sayılsa yeridir. Dergâhın onarımında ve aslına uygun hale getirilmesinde, gözle görünür bir dinî vecîbe ve sanat aşkı ile çalışan Safiyüddin Bey’in en büyük üzüntüsü, yıllarca biriktirdiği onarım tecrübesinin bürokratik ve akademik merciler önünde yeterince anlayış ve alâka görmemesi.
Çok şey midir?
Vaktiyle her şehrimizde birkaç Safiyüddin’imiz olabilse ne iyi olurdu!
Bursa’nın kalbindeki saklı bahçede birkaç saatliğine bir masal iklimimi yaşadım; bu saadeti bana yeniden hatırlattığı için Safiyüddin Bey’e ve onun Bursalı dostlarına çok teşekkür ediyorum. Temennî ederim ki “Saklı Bahçe”ler hep olsun ve sayıları çoğalsın.