Bürokrasinin elitleri için yeni bir toplum icad edilebilir mi?
Fenerbahçe'nin son haftalarda hoşuna gitmeyen sonuçlarla karşılaştıktan sonra hırçınlaşmasını, hatta işi, "ligden çekiliriz" tehdidine kadar vardırmasını anlayabiliyorum (hak vermekle anlamak başka şeyler) çünkü şu günlerde ben de benzer duygular içindeyim: 27 Nisan'daki gece muhtırası'ndan sonra, belki çoğumuz gibi sisteme duyduğum inanç ve güven zayıfladı, neredeyse "ikrah" raddelerine kadar geldi. Fenerbahçeliler nasıl futbol federasyonuna karşı -ağzıyla kuş tutsa bile- derin bir güvensizlik duyuyorlarsa, ben de Türkiye'deki parlamenter demokrasi uygulamalarına, güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü prensibine, anayasa düzenine karşı inancımı kaybetme noktasına geldim.
Ne var ki aynen Fenerbahçe gibi benim de bulduğum çözümler aslında çözüm değil: Fenerbahçe bir başka ülkenin liginde top koşturamaz; benim gibi hayalkırıklığı içindeki yüzbinlerce insanın da hicret edebileceği bir başka ülke yok.
Türkiye'ye mecbur ve mahkumuz.
AKIL TUTULMASINA UÄRADIK
Türkiye'yi daha yaşanılır, güçlü ve adil bir ülke haline getirebilmek için karınca kararınca gösterdiğimiz ve gösterebileceğimiz gayretlerin bir kıymet-i harbiyeye sahip olmadığını görmek acı veriyor; Türkiye âdeta bir akıl tutulmasına uğradı.
Aylardan beri 2007 yılının özellikle siyasi açıdan birçok kanlı olay ve sert krizlerle geçeceği söyleniyor, bekleniyordu; nitekim birbiri ardına çok garip ve tedirgin edici üslupta politik cinayetler ve suikastlere şahit olduk fakat Türkiye, bu olumsuzlukları aşmayı ve anayasal düzenini, mantığını ve basiretini korumayı başardı. Cumhurbaşkanlığı seçiminin bu atmosfer içinde gergin fakat, yerleşik kurallara uygun şekilde cereyan edeceği tahmin ediliyordu. Olmadı. Türk siyasetinin sivil kanadında bazı güçler, kuralların ve en önemlisi hukukun üstünlüğünü savunarak siyasetin ve ülkenin tamamen normalleşme sürecine girmesine yardımcı olmaları gerekirken, orduyu, bürokrasiyi ve hatta yargıyı siyasetin ta içine çekerek, demokratik kültürden henüz ne kadar uzakta olduklarını gösterdiler.
Yumurtayı masaya vurup dibini kırarak dik durdurmanın adını, "Sözkonusu olan vatan ise gerisi teferruattır" sloganıyla izah etmek aslında izahtan başka bir şeydir.
ANAYASA BUNDAN SONRA NASIL HAKEM OLACAK?
Yürürlükteki anayasanın mükemmellikten uzak bir metin olduğu konusunda akl-ı selim sahipleriyle beraberiz. İyidir-kötüdür, şu anda (dergi yayına verildiğinde durum değişir mi bilemem!) 1982 Anayasası yürürlükte. Devletin temel kurumlarının nasıl çalışacağına, güçlerin birbirine karşı nasıl dengeleneceğine, iktidarların ve mevkilerin hangi usulle değiştirilebileceğine bu anayasaya bakarak karar veriyoruz.
Cumhurbaşkanı'nın görev süresi, seçimi ve yetkilerini bu Anayasa belirliyor. Görev süresi dolan Sayın Sezer'in yerine kimin seçileceği konusunda Anayasa'nın öngördüğü şekil şartları yerine getirildi; aday belirlendi ama ana muhalefet partisi daha genel kurul toplandığı esnada mızıkçılığa başlayarak seçimi alelacele Anayasa Mahkemesi'ne götürdü.
Bu satırları kaleme alırken henüz Anayasa Mahkemesi'nin kararı açıklanmış değildi ama öyle kötü bir durum oluşturuldu ki, mahkemenin vereceği her karar, bu itibarlı kuruluşun kamu vicdanında büyük yara almasına sebep olacak gibi görünüyor. Türkiye'de hukukun en itibarlı kurumu, hiç bu kadar zora sokulmamış ve siyasileşmeye sürüklenmemişti.
BİR GARİP DARBE!
Bu yetmezmiş gibi Genelkurmay Başkanlığı'nın resmî sitesine konulan bir bildiri, ülkede "darbe" etkisi yarattı; ortalık alt üst oldu ve iktidardaki partinin dışındaki siyasi partiler, bu bildiriyi "biz zaten söylemiştik, vaktiyle bizi dinlemediniz, bakınız neler oldu" makamında bir "oh olsun" tavrı ile karşıladılar. Oysa ki bir siyasi partinin varlık sebebi, meclisin işlemesi, anayasal düzenin ayakta durması diye bilinir; muhalefet partileri tam aksine, meclisteki seçim çalışmalarına katılmadıkları gibi sudan bir gerekçe ile ihtilaf icad ederek ortamı gerdiler ve adeta 27 Nisan müdahalesine zemin hazırladılar.
HÜKÜMETİN YANLIŞLARI VE SİVİLİN SİVİLE ETTİÄİ...
İktidar partisi sütten çıkmış ak kaşık değildi elbette; yanlışları vardı ama onun tartışılabilir (ve zaten tartışılmakta olan) yanlışlarını bütün topluma ödetmek gerekmiyordu. Başbakan'ın son güne kadar aday göstereceği kişiyi kamuoyundan saklaması, bol tezahüratlı ve fiyakalı bir grup toplantı tertipleyerek cumhurbaşkanlığı seçimini bir "parti içi mesele" şeklinde takdim etmesi doğru değildi. Adayın ismi üzerinde muhalifleri bile söyleyecek fazlaca söz bulamadığı halde, aday belirleme süreci şık değildi; anayasaya uygun olmadığı söylenemez ama şık değildi. Demokrasilerde anayasaya aykırı halleri mahkeme, şık olmayan davranışları ise seçim sandığı yargılar diye biliyorduk fakat ordu işe karışınca herşeyin tadı birden kaçıverdi.
Borsa alaşağı oldu, döviz ve faizler yükselişe geçti, iş dünyası büyük tedirginlik içine girdi fakat daha önemlisi şu ki, sıradan insanların sisteme duyduğu güven derin bir sarsıntıya uğradı. Artık insanlar, siyasi partileri desteklemek yoluyla ülke politikalarında etkili olmak yolunun, ne kadar titrek ve güvensiz bir katılım yolu olduğunu bir kere daha gördüler ve farkettiler ki bu ülkede gerçek iktidar, anayasayı ciddiye alarak meşru iktidar yarışına katılanlara terk edilmemekte, tam aksine ülkenin 'derin bürokratlar'ı, hoşlarına gitmedikleri her durumda oyunu geçersiz sayarak, kuralları kendi bildiklerine göre yeniden yorumlamaktadırlar. Kendilerine verilen emaneti iyi kullanamayan siyasi heyetlerin seçimle değiştirilmesi bile beklenmemekte, geceyarısı bildirileri ile meşru iktidarın hükümet edebilme imkanına set çekilmektedir.
Şimdi bütün temennimiz, bu siyasi krizin bir toplumsal yarılma ve çatışma noktasına getirilmeden aşılabilmesidir.