Burnumuza takılan 'korku' halkası
Konya’da bir ‘millî maç’ oynandı. Maç, Ankara katliamının akşamına tesadüf ettiği için -gayet haklı ve doğru gerekçelerle- federasyon maçtan önce stadyumda bir dakikalık saygı duruşu yapılmasına karar verdi. ‘Saygı duruşu’ esnasında tribünler karıştı ve Türkiye’de toplumun ne kadar tehlikeli ve şiddet yüklü bir fay kırığı üzerinde çatırdamaya başladığını hepimiz gördük, ürperdik.
Ankara katliamında canlarını kaybedenler hatırasına saygı duymak ve yakınlarına başsağlığı dilemek gibi son derece basit ve tartışılmaz bir insani gereklilik üzerinde bile hemfikir olamadık. Toplumun önemli kısmına bulaşmış hınç ve kin, ‘oh olsun, hak etmişlerdi’ makamında tezahürle kendini açığa vurdu. Sosyal medyada dolaşan kin dolu mesajlar ‘iltihap’ kelimesiyle özetlenebilir.
Geçen hafta yine bir maçta, muhafazakâr kimliğiyle tanınan bir şehrin amigosu, rakip takımın formasını taşıyan 4 yaşındaki bir çocuğa galeyanını kustu. Neyse ki olayı bütün gazeteler kınayarak yayımladılar.
Bu hadiselerden kırk gün kadar önce -8 Eylül’de- Kırşehir’de PKK’yı protesto eylemleri esnasında, 30 yıldan beri faaliyet gösteren Gül Kitabevi, protestocu topluluk tarafından saldırıya uğradı. Radikal gazetesinden İsmail Saymaz, saldırı esnasında çalışan güvenlik kameralarının görüntülerine ulaştı ve yayımladı.
Kitabevi önce taşlandı, ardından HDP binasını yakmaktan dönen saldırganlar dükkân önünde sergilenen plastik çantaları tutuşturup içeri atarak, çok katlı binada bulunan herkesi diri diri yakmaya kalkıştı. Radikal, haberi “Kırşehir’deki Madımak görüntüleri” başlığıyla duyurdu. Tespit doğruydu ve olay Madımak Oteli önünde olup bitenlerle neredeyse tıpatıp aynıydı. Öfkesi yatıştıkça yeniden kışkırtılarak farklı hedeflere yöneltilen kitle, kim oldukları görüntü kayıtlarında açıkça tanınabilen provokatörlerin idaresi altında şuurunu, insanlık duygularını kaybetmişçesine saldırganlaşıyordu.
Madımak olaylarının önemli bir kısmını görmüş, yaşamış biri olarak tüylerim ürperdi. Yirmi küsur yıl sonra sokak kalabalığının kısa süreli bir tahrik evresinden sonra nasıl ‘katil’ hâline gelebildiğini görmek içimi öfkeyle doldurdu. Sonra tahripçi ve saldırgan kalabalığın yaş ortalamasına baktım; neredeyse tamamı 20 yaş sularındaydı ve Madımak yaşandığında belki kundak bebeği idiler.
Akıllı toplumlar, önceki kuşakların yaşadıklarından ders çıkarır ve öğrenirler. Bizde her nesil kendi felaket tecrübesini bizzat yaşamadıkça öğrenemiyor. Bunun anlamı açık: Türkiye’nin neresinde olursa olsun provokatörler, birkaç saatlik bir hazırlık süresinin ardından, ömründe suç işlemeyi, insan öldürmeyi aklından bile geçirmemiş donanımsız çocukları bir linç maşası, potansiyel bir katil hâline getirebiliyorlar.
Bu büyük bir tehlike. Eğitim vesaire kâr etmiyor. Miktarı ile övündüğümüz gençlik, ‘uygun’ şartlar hazırlandığında aklını askıya alıp vatan-millet uğruna ölümcül suçlar işleyebiliyor.
İktidarın adım adım ayaklarının altından kaydığını hisseden yöneticiler, çareyi toplumu kamplaştırıp bloklara ayırmayı, kendi aralarında dayanışmaları gerektiğini hatırlatarak iktidara tutunmayı denediler ve maalesef başarılı oldular. Gençliğimizin önemli bir kısmı gibi seçmenimiz de siyasi davranışlarında aklından ziyade korkularını dikkate almayı tercih ediyor. Politikacılar yurttaşlarının mantığına, aklına ve sağduyusuna hitap etmek yerine onu korkularından esir alarak etkilemeyi daha ‘ucuz’ buluyor. Toplulukları korkularından yakalayarak yönetmek, bir boğayı, burnuna geçirilen beş paralık bir demir halka aracılığı ile denetim altına almayı hatırlatıyor. Kesinlikle insan onuruna yaraşmaz, saygısız bir tutum.
Politik aklın yerini korkular aldı. Korkularını her şeyden ziyade önemseyen bir topluluk için demokratik değerler, tehlike anında feda edilebilecek en değersiz safra yüküdür. Oysa hürriyetçi demokrasi, korkuyu insanın gündelik hayatından uzaklaştırmak için devletle vatandaş arasındaki münasebeti düzenleyen en dengeleyici araçtır.
Dara düşen, başı sıkışan herkesin kolayca katil adayı şekline sokabileceği lümpen kalabalıklara rahatça erişebildiği bir ülke olmak hiç de övünülecek bir millî vasıf değil. Eğitim düzenimiz lümpenleşmeye karşı antikor üretemiyor, genelleme hatalı olabilir ama bilakis lümpen eğilimleri güçlendiriyor gibi sanki.
Birbirimize karşı anlayış ve tahammülü bırakalım, insafımız, merhametimiz bile kalmıyor gitgide. Sosyolojik karşılığıyla bir ‘millet’ olup olmadığımız tartışılabilir ama bazılarının ileri sürdüğü gibi ‘büyük millet” olmadığımız gerçeğinin altını çizip uzun uzun düşünmenin yeridir.