Bugünün Redingotlu zümresi kim?
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak” adlı romanının girişinde, Osmanlı toplumunun aristokrat tabakasındaki değişime dair çok dikkat çekici bir tesbit yapıyor:
“İstanbul’da iki devir oldu: Biri İstanbulîn (1) diğeri Redingot (2) devri... Osmanlılar hiçbir zaman bu İstanbulîn devrindeki kadar zarif, temiz ve kibar olamadılar. Tanzimat-ı Hayriye’nin en büyük eseri, İstanbulînli İstanbul efendisidir. Bu kıyafet dünyaya yeni bir insan tipi çıkardı ve Türkler bu kıyafet içinde ilk defa olarak vahşi Asya ile haşin Avrupa’nın arasında gayet hususi bir millet gibi göründü. Yaşayış ve giyiniş itibariyle şimal kavimlerinden daha sade ve daha düşünceli olan bu millet, duyuş ve düşünüş itibariyle Akdeniz kıyılarındaki medeniyetlerin bir hulâsası şeklinde tecelli ediyordu. Ağır kavuklu, alacalı, kesif Yeniçerilerin demir çarıklarının çiğnediği bu toprakta hangi tohum, hangi hava bu çiçeği veriyordu? Zira bu beyaz pantolonlu, beyaz yelekli ve lustrin kaloşlu Türkler, ince halattan ibaret endamlarıyla biraz evvelki boğum boğum adamlara hiç benzemiyorlardı.
(...) Sonra redingot devri geldi ve redingotu içinden yarı uşak, yarı kapukulu, riyâkâr, adi bir nesil türedi. Bu neslin en yüksek, en kibar simâlarında bile bir saray hademesi hali vardı. Çoğu İkinci Abdülhamit devri ricalinden olan bu adamların her biri, bir hile ile efendilerinin arabasına binmiş seyisleri andırıyorlardı.”
TÜRKMEN ARİSTOKRASİSİ HİÇ OLMADI
Evvelâ bir mâlumun üzerinden yeniden gidelim; Osmanlı toplumunda aristokrat bir zümre yoktu. Fetret devrine kadar varlığını az-çok koruyabilen Selçuklu beyleri, kendi çaplarında birer hanedan görüntüsü vermelerine ve merkezden bağımsız bir beylik bütçesine sahip olmalarına rağmen evvela Çelebi Mehmed, ardından Fatih II. Mehmed döneminde merkezî yönetim tarafından baskı altına alınarak tasfiye edildiler ve böylece Osmanlı hanedanı, bütün mülkün tek aristokratik zümresi haline geldi. Bizdeki devşirme sisteminin öteki yüzü, iktidarı Türkmen kökenli aristokrat zümre yerine aidiyetleri iyice silinmiş ve geriye itilmiş “kul” takımının tercih edilmesiyle, mesela İngiltere benzeri, iktidarın feodal efendiler arasında paylaşıldığı bir modelden kaçınmaktı.
İngiliz demokrasisinin ardında bu gerçek var; baştan beri iktidarını feodal beylerle paylaşmak ve onların rızasıyla hareket etmek zorunda kalan bir kral etrafında oluşan meşruti monarşi, kolaylıkla demokratik paylaşıma dönüşebildi.
Bizde ise ... neyse, biliyorsunuz o hikâyeyi...
ARİSTOKRASİ, HER TOPLUMA LAZIM BİR SINIF MIDIR, OLMASA DA OLUR MU?
Yakup Kadri Bey’in yazdıklarını biraz da bu çerçevede değerlendirmek lâzım. Bürokrasinin Batılılaşma döneminde birbirini izleyen iki farklı kıyafet tarzını ve buna bağlı olarak biçimlenen insan tipini tahlil ediyor yazar.
Şüphesiz kıyafet modalarındaki değişiklik ne kadar sert olursa olsun insan karakterini birdenbire değiştiremez; radikal değişiklikler için Balkan yenilgisi veya ardından gelen Harb-i Umumi mağlubiyeti türünden sert felaketler veya hayat tarzında değişiklik gerektiren bolluk, kıtlık gibi büyük çaplı (majör) hadiseler de gerekir. Tanzimat-ı Hayriye halkın gündelik hayatında değil fakat artık bir nevi aristokratik zümre haline gelmeye başlayan bürokraside önemli değişimlere yol açtı. Yakup Kadri Bey, işte bu kritik değişim günlerini tahlil ediyor.
Peki, velev ki yüksek bürokrat zümresi olsun, aristokrat bir sınıfın varlığı, yine Yakup Kadri Bey’in tabiriyle ‘millet’ için ne mânâ ifade ediyor? Bu sorunun kısa bir cevabı yok fakat şöyle bir tesbitte bulunmak mümkün: Aristokrasinin varlığı toplumsal değişmeler bakımından bir nevi geciktirici, yavaşlatıcı ve dengeleyici görev görüyor. Çünkü bu sınıf yüzyıllar boyunca sadece kendi varlığını idame ettirmekle kalmamış, toplumla yönetim arasında bir ara sınıf olmak itibariyle eğitim, kültür, görenek, üst değerler sistemi gibi birikim ve tecrübelerin de koruyucusu olmuştur. Karikatürize edilmiş tarih anlatımlarında soylular zümresini sadece halkı inim inim inleten, sömüren, sarayında soytarı besleyen, ne oldum delisi bir sınıf gibi görmek doğru değil. Avrupa’da aristokrasi, kiliseden sonra irfanı himaye eden bir vazife yaptı. Avrupa kıtasında dar zamana sıkışan radikal devrimler yerine tedrici gelişmeyi (evolution) ve temkini tercih eden karakterin sebebi bence soylular zümresidir.
Bizde, batılı manada soylu sınıfı yoktu; özellikle Tanzimattan sonra onun yerine almaya can atan yüksek bürokratlardan bahsedilebilir. Bürokrasimizin eksikliği ‘derin’ halk irfanından uzak, ‘sığ’ Batı kültürüne açık olmalarıydı. Halk irfanı dediğimiz birikim, tekke ve zaviyelerde örgütlenen cemaatler aracılığıyla muhafaza edildi ve 1924’te tekkelerin kapatılmasından sonra bürokrat aydınlarla halk zümresi arasında aracılık, tercümanlık yapacak bir ara kesitin eksikliği hissedildi.
YENİ DÖNEMİN REDİNGOTLULARI KİMLERDİR?
Öyleyse beraber düşünelim. Yakup Kadri Bey’in 1890’lı yılları tasvir ettiği dönemden bu yana Türk toplumunda genel karakteristikler nasıl ve hangi istikamette değişti? “Böyleleri eskiden yoktu; bunlar yeni zuhur etti” diyebileceğimiz dramatik dönüşümler yaşadık mı?
Bana öyle geliyor ki, toplum ve siyaset üzerinde etkili olması ve ‘rol-model’ teşkil etmesi itibariyle bugünlerde yeni bir insan tipinin, yaygın bir karakterin görünür hale gelmesine şahit olmaktayız. Özellikle Yakup Kadri’nin kelimeleriyle, “Her biri, bir hile ile efendilerinin arabasına binmiş seyisleri” andıran ve insanı eskiye nisbetle bir mukayesede bulunmaya zorlayan bir zümre mevcut.
Yarı yarıya hem bürokrat, hem işadamı veya orta boy tüccar. Batılılaşma tarihinden alışık olduğumuz ‘dine karşı lâkayd’ bir zümre değil bu; aksine dinin lisanını az buçuk bilen ve variyet bakımından hızla yükselen bir ortak özellikleri var. Parayla iktidar arasındaki ilişkiyi, zekâdan çok kurnazlığı andıran bir pratiklikle hemen sezen ve bu ilişkiyi sürdürmek için prensip tanımayan bir kitle. Pahalı giyinebilecek imkânlara sahip fakat ‘şık olmak’ noktasından henüz hayli uzakta. Çocuklarına devlet okullarında değil özelde, gittikçe artan bir oranda yurtdışında okutmaya eğilimliler. Dindarlıkları, din ile yaşadıkları hayat arasında bir ahenk arayacak ve bulacak kertede derûnî bir hesaplaşmanın ötesine varmıyor. Genellikle kendilerine benzeyen zümre içinden kız alıp vererek bir nevi zümre dayanışması gösteriyorlar. Kitap okumaktan hiç hazetmiyor, bilgi yerine sezgiye, tecrübe yerine pratikliğe önem veriyorlar. Sanatla ilişkileri ‘kitch’ seviyesinde...
Bu tesbitlere katılıyorsanız aklıma gelenlerden eksikleri tamamlayabilir veya haksız bulduklarınızın üstünü çizebilirsiniz.
Haydi bakalım, biraz da siz düşününüz...
--
1-İstanbulîn: Dik ve düz yakalı, bele kadar tek sıra düğmeli koyu renk ceket ki altına şalvar yerine pantolon giyilirdi. İstanbulînde düğmeler baştan sonra iliklenirdi .
2-Redingot, ceketle aynı kumaştan pantolon anlamına geliyor. İçine açık renk yelek ve tek düğüm boyunbağ bağlanırdı. Redingot’ta yelek, gömlek ve boyunbağı açıkta tutulmak âdetti.