Bu dünyacılığın lüzumu yok!
Güneşe yakınlığı itibariyle Mars, sistemimizdeki dördüncü gezegen; biz üçüncüyüz, Mars bizden sonra geliyor. Bugünlerde Mars'la aramızdaki mesafe çok değil, 250 milyon kilometre civarında; ışık hızıyla hepsi hepsi 13 dakika uzağımızda. Uzayın genişliğine göre "burnumuzun dibi" sayılır.
Yeni bir şey değil; NASA'nın "kızıl gezegen"e gönderdiği iki araştırma robotundan Spirit isimli olanı geçenlerde serin bir Mars sabahında kamerasını dünyamıza doğru çevirerek fotoğrafımızı çekmiş. Ne kadar dikkatli baktımsa da kendimi göremedim. Artık uzağı iyi seçemiyorum ama bebekliğinden beri tavşanlar gibi havuç kemirerek büyümüş olanlar bile o fotoğraf karesinde kendilerini göremeyeceklerdi. Aslında görüntü malzemesi açısından abartılacak kadar mühim bir fotoğraf değil; gri bir çerçeve düşünün, çerçevenin alt tarafında tan ağartısına benzeyen bir ışık yoğunlaşması var; tam ortada ise toplu iğne başı kutrunda bir beyazlık. Gazetenin (Vatan) ifadesine göre "donuk mavi renkli"ymiş bu ışıltılı nokta. Yani Dünya. Bugüne kadar bu uzaklıktan Dünya'nın resmi hiç çekilmemiş. Hemen yan tarafta ışıklı noktanın büyütülmüş hali var; yüz kere de büyütülse netice değişmiyor; etrafındaki gri arkaplandan biraz daha aydınlık bulanık bir yuvarlak işte.
Gözden ırak olan gönülden de ırak olur derler ya, o minicik yuvarlağa bakıp da 250 milyon km uzaktan hâl i pür melâlimize âşinâ olmanın imkânı yok. Gökyüzünde o donuk mavi iğne başı görüntüsünden yüz binlercesi dolu. Bizim için hiçbir anlam ifade etmiyorlar, eğer oralarda bir taşın arkasına saklanıp bizim acemi robotları seyrederek kıs kıs gülmüyorlarsa Marslılar için dünyanın ne mânâ ifade ettiğini kestirebilirsiniz: eften püften bir ışıltı; o kadar.
Ne yapalım, biz böyleyiz işte; geçenlerde atmosferin dışındaki yörüngesinde fır fır tur atıp duran Hubble teleskobu, uzayın en uzak yerinden, âlemimizin 14 milyar sene önceki halini görüntüleyen bir resim gönderdiğinde bile pek umurumuzda olmadı. Çünkü Rönesans asırlarından beri insan merkezli bir dünya tasavvurunu esas alan eğitim süreçlerinden geçerek yetişiyoruz. Uzay bizim için "öteki", "dış" ve "yabancı" bir yer. Bizde kozmos'un yarımyamalak bilgisi var da bilinci yok; bu varsayımdan hareketle lüzumundan fazla "bu dünyalı" ve "bu dünyacı" olduğumuz tesbiti de yapılabilir.
Beşeriyet tarihinin en açık gözlü makinası Hubble bile, uzayın esrarengiz derinliklerinde bizimkine benzer bir hayat tarzının izlerine rastlayamadı. Dünyalılara mahsus bir yalnızlık duygusunun kuşatması altındayız; çevremizde bizim anladığımız mânâda canlı bulunmayışına bakarak kendimizi kainatın özü ve anlamı saymamız, bu zor tarif edilir yalnızlık hissinin eseri.
Oysaki, sırlarına ve sınırlarına henüz nüfuz edemediğimiz makrokozmos'un aynı oranda küçültülmüş kopyası elimizin altında duruyor. Atom altı parçacıkların âlemindeki mesafeler, oran itibariyle galaksiler arasındaki mesafelerden pek de farklı değilmiş, öyle diyorlar; üstelik her iki âlem hakkında bildiklerimiz nihai kertede o kadar muğlak ve bilgi açığımız o kadar fazla ki, neticede bir yerlerden sonra metafiziğin derinliklerinde kaybolup gidiyorlar. Bu yüzden insan soyu, kendini makrokozmosla mikrokozmos arasında en vasatı ölçülerde tasarlanmış "ideal tip" olarak görüyor: "Ergonomi", yani insani ölçü ve nisbetlerin tesbitini önemseyen disiplin, varlık gerekçesini böyle bir idealizmde buluyor.
Belki de iki bilinmeyen arasındaki yegâne bilinebilir boyutta yaşadığımız kabulü, bir bilgi ve değerlendirme hatasıdır; belki de bizatihi biz iki bilinmeyen âlem arasındaki üçüncü bilinmeyeniz.