Bu akıllar 312'lik akıllar!
Politikacıların taşra ziyareti bir lütuf gösterisi gibi: "Tabanın sesini dinlemek, seçmenlerle bütünleşmek" gibi tuhaf diskurlar.
Liderlerin Anadolu seyahati, sanki ezâ verici bir borcun eza verici taksitlerinden birinin daha ödenmesi üslûbunda gerçekleşiyor. Taşra ahalisi, daha birkaç yıl evvel yalvar"yakar oy isteyerek etraflarında gezinen seçilmişlere bu defa "devlet kuşu" muamelesi yapıyorlar; hele iktidar milletvekili ise riyâ, yüz metre öteden bile burun düşürüyor.
Merkez"taşra uçurumu kaç asırdan beridir varlığını muhafaza ediyor; basın dünyasının kaleminden kan damlayan "büyük" yazarları Türkiye'yi tanımıyorlar: Ya askerlik için gidilmiştir ya da liderin seçim turunu izlemek gibi sıkıntılı bir görev sebebiyle; çoğu için Türkiye'nin en batıdaki ucu İkitelli, doğusu ise Kalamış Koyu'dur. Bu zevat arasında Ankara'ya gitmeyi bile külfetten sayanlar çoktur; Ankara'nın daha ötesini hiç görmeyenler de vardır.
Başarılı bir televizyon yapımcısı var; Anadolu'yu köy"kasaba demeden gezerek güzel programlar yapıyor; ama üslûbunda öyle bir nüans var ki "işte Anadolu" derken bile garip bir orientalist tutum sergilediğini fark edemiyor; kimselerin iltifat etmediği Anadolu'da program yapıyor olmanın gururu içinde övgü ve ilgi bekleyen bir algı çarpılması. Eminim ki, bu satırları okuduğunda neyi kastettiğimi anlamakta güçlük çekecek, "daha ne istiyor bu adam yahu" diye sızlanacaktır.
Aynı tutum, yapmacıklığından ötürü samimiyetsizliğini gizleyemeyen sathi bir Anadolu romantizmine çanak tutmuştur: "Kim demiş doğu halkı klasik müzikten anlamıyor diye, baleyi, operayı götürdük de ilgi göstermediler mi?" Ardından vicdan yatıştırmaya yarayan fetiş nesneleri biriktirmeler: Bağlama, kilim, kağnı, bakır sahan, boncuk, dokuma vs. Bu sathiliğin "orda bir köy var uzakta" yutturmacasından farkı yoktur; "oradaki" köylerin hepsi mahvolmuştur. Moğol fetreti esnasındaki "büyük kaçgunluk"u andırır şekilde köyler boşalmış, damlar yıkılmış, ocaklar sönmüş, mahalli sanat ve ürünler kurumuştur. İthal tohum yüzünden Anadolu'ya mahsus tarım ürünlerinin nesli kesilmiştir: "Nerde eski domatesler birader, nerede o biberler, naylon bunların hepsi naylon!" Temmuzun sonunda soframıza hâlâ domatese benzeyen bir domates koyamamışsak bunun vebali hangi tarım bakanının omzundadır? Caretta kaplumbağalarını sevelim, koruyalım; âmennâ; fakat Kazova üzümünün, Tokat domatesinin bizi Caretta neslinden daha ziyade ilgilendirdiği âşikâr iken...
"Büyük gazetelerin taşra baskıları var ya!" İyi de, büyük gazeteler henüz İstanbul için doğru dürüst mahalli gazete yapmayı bile beceremediler, nerde kaldı Erzurum baskısında Bayburt haberi işleyebilmek? Türkiye'de mahalli basının başlangıcı vasatî 120 yıllık bir mâziye sahip; müessese doğru kurulup doğru işlemiş olsaydı 120 senede bir "mahalli matbuat" geleneği inşâ olunurdu. Bugünün taşra gazeteleri, resmî ilân istihkakı yüzsuyu hürmetine neşrolunan, vali, emniyet müdürü, adliye, belediye reisi gibi mahalli otorite mercileriyle iyi geçinmek gereği yüzünden istese de iyi habercilik yapamayan bir tufeyli sektör durumuna düşürülmüştür. Merkez, taşranın inisiyatif sahibi olmasından hiçbir zaman hazetmemiş, onları hayat"memat çizgisinde, varlığını merkezin merhametine bağlamış halde tutmayı tercih etmiştir. Millî mücadele esnasında gerçekten kamuoyunun vicdânını seslendiren mahalli basın, bugün merkezin ulûfesine muhtaç haldedir. Yani taşra artık kendi sesini bulamaz haldedir; kendi eliyle seçtiği siyasetçiler karşısında bile bu kadar mâdun duruma düşen bir taşranın belki hâlâ vicdânı vardır; ama "ses"i yoktur.
Cumhuriyet, "imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle" vadetmişti; başaramadı! Bugün imtiyazlı, sınıflı ve kaynaşmamış bir kitleyiz; kaynaşmış olsaydık İstanbul'un hangi lokantasında iyi "suşi" yenilebileceğine dair "gurmet" züppelikleri, "puromu yaktıktan sonra kabuğu çatlayıveriyor, acaba n'aapsam üstad?" garâbetleri gazetelerin taşra baskılarında değil, meraklısına hitap eden pahalı statü dergilerinde yer alıyor olurdu. Taşralılar üzerinde zâlimce şaklatılan bu pahalı tüketim kırbacının hangi neticeleri vereceğini, bu "tatlı hayat" enstantanelerinin, bu "kimin eli kimin cebinde" zırvalarının nereye kadar süreceğini İkitelli'nin "prezantabl" saydığı muteber sosyologlar bilemez; bilseler huzursuz olurlar, tez vakitte terk"i diyar ederlerdi ve nitekim ediyorlar da!
Marifet her işsizin eline bir cep telefonu tutuşturmaksa büyük iş başarılmıştır; fakat asıl marifet cep telefonu ile iletişim ihtiyacı arasında sahih dengeler kuracak bir eğitim, kültür ve gelir âhengi tesis edebilmektir. Altı yıl önce kredi kartı için bankaya müracaat ettiğimde iki sağlam kefil haricinde rahmetli anamın kızlık soyadını bile sual ettiklerinde kızmış, formu yırtıp atmıştım; geçenlerde bir bankadan iki memur geldi; adıma düzenlenmiş bir kredi kartını (dikkat kefilsiz) yalvar"yakar teslim edip gittiler. Evet, görüntüye bakılırsa taşra bile değişiyor; ama bu tüketim şehvetinin de bir sabahı olsa gerektir. Sokaklarımız işsiz dolu, taşra üniversiteleri avara kasnağa benzetildi; hareket var, randıman yok. Büyük holdingler şimdilerde alt gelir grubunun belki de tek özel teşebbüs imkanı mevkiindeki bakkallara da el atarak, kendi markaları altında acentacılık yapmalarını teklif etmeye başlamışlar. Halbuki bakkallık, "mesleki ihtisas" gerektirmeyen tek teşebbüs dalıydı; üniversitede meslek kazandıramıyorsunuz, ilim zihniyeti veremiyorsunuz ardından adama bir bakkal dükkanı açmasını bile çok görüyorsunuz; ama cep telefonunun hat ücretlerini bedava dağıtmayı akledebiliyorsunuz. Bu akıllar, yaman akıllar; bu akıllar merkezin taşrayı müstemlekeleştirmesi yolunda akıllar ve bu akıllar geleceği olmayan akıllar.
Ve bu akıllar aslında 312'lik akıllar!