Bostan bekçisi
Cümleyi okuyunca ister istemez sinirlenip, “Jeologlar tarih yorumu yapmamalı” cinsinden bir abes hükmün altına mührü basıveriyorsunuz.
Jeoloji profesörü olmakla tarih yorumu yapmak arasında müsbet veya menfî bir alâka yok hâlbuki. Esasen herkes tarih yorumu yapar fakat kalite tutturmak kabiliyet ve mütebahhire işidir. Kaldı ki o cümleye “Tarih profesörleri darda kalmadıkça tarih yorumu yapmamalı” şeklinde bir açılım getirmek de mümkün pekâlâ.
Demiş ki muhterem bir zat, “Bizans’ı Osmanlı’ya tercih ederim, çünkü Bizans toplumu, bilime değer veriyordu!” Daha sonra hızını alamayıp dinin, sorgulamayı yasakladığı için bilimi engellediğini, nitekim yağmur duasıyla tarımın gelişemeyeceğini ileri sürdükten sonra askerî darbelerin devlette devamlılık için yapıldığını, aslında darbe yapmanın sevimsiz bir şey olduğunu fakat ameliyatların da can acıtmasına rağmen hayat kurtardığını ilâve buyurmuş.
Saçmalama hakkına büyük saygım var, en lezîz hürriyet odur; bu sebeple böyle inci tanelerini ibzâl edenleri kınamayı lüzumsuz buluyorum. İddiaların sahibi vaktiyle ordunun eğitim faaliyetlerinde en çok rağbet edilen biri olsa da kararım değişmez. Üzüldüğüm husus, bu gibi sivriliklere gösterilen tepkinin itidal cihazını sakatlama riskinin yüksek oluşudur.
Belki çoğunuz kızacak, yadırgayacak ama yine de söyleyeceğim: Türkiye’de sağ cenahın siyâsî vücut bulması, karşı taraftan yöneltilen saçma sapan tez ve iddialara gösterilen tepki ve tabii hınç yüzündedir. Tepkide birleşmek zamanla siyâsi bir temsile dönüşebilir, bunda bir zorluk yok; zorluk, sırf “Karşı taraf inançlarımıza ve tarihimize dahlediyor!” öfkesiyle bir araya gelenlerin neticede tepkide haklılık psikolojisine fazlaca abanmaktan dolayı kendi tezinin mahiyet ve kalitesine yeterince emek sarf etmemesinde yatıyor. “Eğer sen dahlediyorsan ben de tarihimi ve inançlarımı bütün eleştirilerin üzerine çıkararak billurlaştırır, idealize ederim” yaklaşımı, takdir edilmelidir ki sıhhat işareti değildir. Sistematik şekilde ithama, aşağılanmaya ve müdafaa pozisyonuna mahkûm edilmek “insaf” hassasını incitir, öz denetimi, nefsî murakabeyi zaafa uğratır; hınç, sâlim düşünceyi bozar; insanı kendi hatalarına karşı nobranlaştırır.
Evet, anlamlı ölçüde uzun süre baskıya, aşağılanmaya mâruz kalmak neticede bir siyasî aksiyona dönüştü fakat topyekûn sağ kavramıyla ifade ettiğim bu aksiyonun siyasî programı vuzuhsuz: Demokrasi kelimesi, ülkemizde halkımızın demokrasiye âşık olması yüzünden rağbet bulmadı; çünkü ancak demokratik avadanlıklarla hakarete uğrayanların adam yerine konulma ihtimâli vardı. Bazıları yetersiz bulsa da, AB kriterlerinin sağ iktidarlar tarafından hüsnükabul görmesi anlamlıdır: Avrupa’nın hukuk standartları bizimkinin çok üstündeydi. Merkez bürokrasi ve yüksek yargının keyfî (ve tabii mahallî) hukuk anlayışını ancak Avrupa hukuku dize getirebilirdi. Politik ve iktisadî normlarına “kabultü ve hebtü” nidâsıyla kucak açtığımız Avrupa nizamı, sağın klasik ideolojik düşman sıralamasında hep ilk sıradadır hâlbuki. Sağın temelde iki kaçış tezi var: Demokratik (eh biraz da kapitalist!) normlara dayalı kalkınmacı ekonomik programlar ve ne yazık ki hâlâ inşaat görüntüsünün kaba-sabalığından kurtulamayan bir İslâmcılık.
Karga kovalamaktan mısır yemeye vakit bulamamış bir bostan bekçisidir bizim sağımız. Abes ithamlara ve sistematik aşağılanmalara mâruz kalmak, onu iktidara taşıdı ama varlık sebebini anlamlı kılmadı.
Bizans’ı Osmanlı’ya tercih eden jeoloji hocası, bu incileri bilerek, yani sağın kalitesini bozmak maksadıyla sarf ediyorsa büyük iş yapıyor; bravo! Hasbî ve samimî ise, eh, ben de ona bilimsever Bizans ahalisi ile birlikte haşrolmasını temenni eder geçerim.