Bizden biri ol; bizim gibi olma

"Ağalık vermeyle, yiğitlik vurmayla" lâfını bir kenara atmamalı; siyasi kültürü târif eden müşterek değer hükümleri arasında başta gelir.

"Kendine hayrı olmayanın başkasına hayrı olmaz" sözü de aynı istikamettedir ve "sırtında gömleği yok, rüzgâra karşı duruyor" vecizesiyle örtüşerek "muktedir adam"a duyulan saygının teorik temelini inşâ eder.

Bu ülkede seçmenler, vekilleri hakkında ön kanaat edinirken entelektüel derinlik ve sosyal ahlâk testi tatbikine kalkışmıyorlar; bilakis onun himâye şemsiyesinin ne kadar geniş olduğunu gözden geçiriyorlar. Maddî mânâda "çulsuz" birinin değil siyasette, akrabalarının nezdinde bile tartısı hafiftir; iyi adamdır, hoş adamdır, sözüne, hükmüne, gidişatına güvenilir adamdır ama neticede te'siri "cirm"i kadardır. Siyasette muteber görünmenin şartı, para harcamaya başladığında servetinin yufka değil, dibi belirsiz derecede derin olduğu intibâını verebilmektir. Derinliğin alt sınırı "milyon dolar" barajının üstünden başlar; ortalıktaki rakamlar öyle söylüyor. İmdi düşünelim bakalım kabahat kimde, fırsatı denk düşürmüşken vâriyetini milyon dolarlı rakamlara çıkarmaya uğraşan siyaset adamlarında mı, yoksa "dengine de deli gönül dengine / şimdi rağbet güzel ile zengine" mısralarını diline pelesenk etmiş necib milletimizde mi?

Rahmetli anacığım, "Akça sayış, yol yürüyüş öğretir oğlum" derdi; "Bir dirhem etin bin ayıp örttüğü" ise mâlum-ı cihandır.

Güce, itibara, servete ve iktidara perestiş yoksulluktandır; yoksulluk ise Anadolu ahalisinin kısm-ı küllisini kavuran bir gelişim bozukluğu.

Çarşı-pazar dolaşıp mutfak tedarikini kendi gören Cumhurbaşkanı misâli başlarda hepimizin hoşuna gitmişti ama sonraları izzetinefsimize dokunmaya başladı; "koca devlet başkanı elinde poşet salkımı ile manav tezgâhında tere, yeşil soğan, marul seçer mi" fikrinden rahatsız olduk. İşine bisikletiyle veya belediye otobüsüyle gidip gelen bakan misâli, keçesini sudan çoktan çıkarmış kuzey Avrupa memleketlerine mahsustur; bizde "fiyaka yapıyor" diye algılanır. Bizim doğrumuz vükelânın, vüzerânın hîn-i hâcette altına sığınılır "sâye (gölge)" sahibi olmasıdır.

Yoksulluk kültürü, neticede siyasetin krema tabakasında yer alanları "bayramlık" yüzleriyle görmek istiyor; "bizden biri ol ama bizim gibi olma"; tenâkuz var zannedilirse de yoktur:

El eli yıkar, el de döner yüzü yıkar!

Dönüp bakınız siyâsi tarihimize, "nâmus-ı mücessem" olmakla şöhret bulmuş kaç isim sayabileceksiniz? "Bal tutan parmağını yalar" sözü, ayıplamayı değil, hadisenin tabiiliğini işaret eder aslında.

Hayır çalıp çırpmayı hoş görmeyiz; o kadar tefessüh etmedik çok şükür. Biz, çalıp çırpmadan, daha doğrusu beceriksizlik serdedip şunun-bunun ağzına düşmeden, "bir şekilde" vüzerâmızın vükelâmızın keçesi sudan çıkarma mârifeti göstermesini bekleriz. Büyük adamlık budur. "Attan inip eşeğe binmek" zorunda kalanları nasıl da yargılar, nasıl da küçümseriz; mirasyedileri hem aşağılar, hem de düşkünlüklerinde, damağımıza yayılan gizli bir lezzet buluruz.

Düşenin dostu olmaz deriz, "Düş de gör" deriz. 27 Mayıs ertesinde dilde kırbaç gibi şaklatılan "düşük" sıfatında Brutus hançerlerinin en zehirlisinin zahmı gizlidir.

Yoksulluğun, üretim özürlü olmanın, fukaralık hallerinin kültür sahnında hazmının üstesinden gelebilmişizdir; yoksulluğumuzun tarihi derindir lâkin vâriyeti kim görmüştür ki edebiyatını yapabilsin, sindirip bir kültür uzviyeti haline koyabilsin?

Üretim fukaralığı, müşterek değerler manzûmemize yanpiri bir riyâkârlık halinde aksediyor.

Ya bir de halkımızın yüzde doksan bilmem kaçı Müslüman olmasaydı!..


Kaynak (Arşiv)