Biz var evde kendi yoğurdumuzu yemek
Tâ başından, yani 1948’den, hatta son Osmanlı askeri birliğinin çekildiği 1918 yılından beri Türkiye, Filistin meselesinde belirleyicilik sıfatını kaybetti.
Bazen unutur gibi olup heveslensek de haddimizi bildiriyorlar: Türkiye, uluslararası sistemin ancak kendi iç meseleleriyle ilgilenmesine izin verdiği bir ülke. Filistin ahalisinin acılarını bir nebze olsun yatıştıran bir rol oynamamıza bile binbir nazla müsamaha ediliyor. Bölge gücü, belirleyici aktör olarak Filistin yurdunu İsrail işgalinden kurtarma imkânımız yok. Mavi Marmara hadisesi, sivil toplum inisiyatifi gibi sunulsa da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin limitlerini zorladığı bir çıkıştı. Beklenmeyen, çok çirkin bir karşılığa maruz kaldık. Bu olayda Türkiye’nin tezleri meşrû ve haklıydı; eylemi ise zamansız ve gereksiz. Yine de gayrimeşru ve haksız bir tarzda İsrail tarafından tahkir edildik; çünkü mukabelenin bu kadar seviyesiz ve şiddetli olacağı belli ki bizim stratejistlerin aklından geçmemişti.
Ardından başka gelişmeler de yaşandı; Türkiye, Ortadoğu’daki en güvenilir müttefiki Mısır’daki İhvan iktidarını kaybetti. Suudi Arabistan başta olmak üzere ABD, AB ve ne yazık ki adı ‘İslam ülkesi’ diye geçen sair birtakım hükümetler, Darbeci Sisi yönetimine hemen açık destek sundular. Mesaj açıktı. Türkiye’nin Mısır üzerinde nüfuz sahibi olarak Ortadoğu denklemine karışmasından, başta İslâm devletleri olmak üzere neredeyse bütün dünya rahatsızdı. Anlamazlıktan geldik.
Bu defa Suriye’nin iç işlerine müdahil olarak bölge denklemine sokulmayı denedik. Suriye hava kuvvetleri, -nasıl becerdiyse!- bir uçağımızı düşürüp iki pilotumuzu şehid etti, yine anlamazdan geldik. “Ha gayret, düştü düşecek” diye muhalif militanları destekledikçe onlar Üsküdar’ın ara sokaklarına kadar yayılan Suriyeli garibanların vücut diliyle diplomasi yürütüyorlar, yine anlamazdan geliyoruz.
Davutoğlu’nun vizyonu temelde doğruydu; pratiği berbat çıktı. Barışçı, sâkin ve belirleyici bir güç olarak Türkiye’nin bölgesinde denge unsuru teşkil etmesi gerekiyor ama bu hedefi gerçekleştirecek inşa gücümüz yok. Proje iyi; işçilik ve icraat berbat.
IŞİD meselesinin ayrıntılarına henüz hakim değiliz; basına yayın yasağı konulabilir ama tarihe değil. Musul konsolosluğumuzun başına gelen, Türkiye’ye gönderilmiş bir açık mektuptur; bu mektubu herkes okudu, ya ‘Ankara’dakiler’? Yayın yasağını ihlâl eder miyim bilmiyorum, tahminen şunların yazıldığını düşünüyorum o mektupta: “Ortadoğu’dan hemen çekil ve git evinde yoğurdunu ye!”
Şu çelişkiye bakınız: Aramızdaki bazılarının örtülü Hitler hayranlığını hortlatan İsrail zulmü Gazzelileri güneye inmeye zorlarken, hem Müslüman, hem Sünni, üstelik belki bir kısmı da Türk (!) unsurlardan mürekkep IŞİD eşkıyası Musul ve Tıkrit’in ardından Telafer’i de ele geçirip binlerce Türkmen’i çöl ortasında sefil bırakıyor. Türkiye, birbirinden acınası ve ağlanası her iki gelişme karşısında etkisiz suskundur. Suskun; tabii caddede toplanan kalabalıkların gelgeç öfkesini “ses” sayarsanız o başka. Devlet bu konularda konuşmuyor, ağzını sımsıkı kapatmış durumda. Konuşmaya niyetli devlet en azından ikili ilişkileri gözden geçirir, elçiye verdiği emannameyi iptal eder, ticari bağlantıları durdurur veya benzeri şeyler yapardı. Hem bağırıyor görünüp hem İsrail’le Türkiye arasındaki statükoya dokunmayanların yaptığı, mânidar bir sessizliktir elbette. Hal böyle olunca devletin ve hükümetin sessizliğini sosyal medyadaki siber mücahitlerin yüksek perdeden “asarız, keseriz; sabrımızı denemesinler, bize ninjalık yaptırmasınlar” salvoları perdeliyor.
İşin o boyutu da seslendirildi nihayet; bazıları için, İslâmi enternasyonalizmle, “Hitler haklıymış abi” güdüklüğünün arası bir lâhza bile değilmiş meğerse. Ya bir de ırkçı olsaydınız, ya bir de cebbar ve mütehakkim? Hafazanallah!