Biz ‘aydınlar' öyle kolay istifa etmeyiz ayol!
Biliyorsunuz, dershane meselesinin ‘eğitim'le uzaktan yakından ilgisi yoktu ve tamamen devrin başbakanı Tayyip Bey'in şahsî ‘Cemaat' alerjisinden ibaretti. Tayyip Bey, Hizmet hareketinin yarım asırda markalaştırdığı dershaneleri kapatarak insan kaynağını kökünden keseceğini hesaplıyordu. Bu ‘parlak' hesaba en başta AKP'liler inanmadılar ve dershanelerin fişini çekmekle görevlendirilenler işe hep gönülsüz başladılar. Saçma sapan bir fikirdi ve eğitim hayatımızın temel zaaflarıyla alâkası yoktu. Ayrıca bu dershanelerde kimin çocuğu ilâve destek eğitimi almamıştı ki...
Uzatmayalım, dönemin başbakanı parti içinden yükselen itirazlara aldırış etmedi, bu kirli değneği o âna kadar bulabileceği en halîm-selîm, en sempatik ve çelebi milletvekiline teslim etti; Nabi Bey, iğneden korkan çocukları tatlı diliyle ikna eden ‘Tonton doktor amca' tipinin maarifteki uzantısıydı sanki. Hani o ünlü hemşire posteri gibi...
Onun bu sevimsiz ihâleyi niçin ve hangi şartların tazyikiyle kabul ettiği, benim için insan ruhunun ve dolayısıyla umumi tarihinin en mistique sırlarından biri olmuştur. Bu konuda onlarca spekülasyon geliştirebilirim ama –şu işe bakınız- kendimi bile ikna edemiyorum. Hayır, parti içinde bu işi üste para vererek yapmaya teşne; ota-sebzeye, tabiata, şuna-buna âşık olmaya her daim hazır; otoriteye hayran; ezmekten ve ezilmekten marazî, hattâ behimî bir zevk duyan onca eleman dururken sadr-ı muazzamın hangi ince fikirle, ‘N'ayıraayır; bu tozlu çuvalı ancak Nabi kardeşimiz silkeleyebilir' diye ayak dirediği esrârını hâlâ koruyor.
Nabi Bey'in bu ihâleyi hangi ümmîd ile üstlendiği de muamma: Acaba, “Dershane işi leblebi çekirdek; onu sür'atle halleder, ardından Hasan Âlî Yücel, merhum Tevfik İleri gibi efsâne bir maarif vekili olurum” diye mi düşünmüştü bilinmez. Bırakınız dershane kapatmayı filan, anlı-şanlı Fatih Sultan Tablet projesini bile ağız tadıyla tahakkuk ettirmekten uzak bir bakanlık bürokrasisiyle, ‘gökten ecdâd inse' bile milli eğitimde başarılı olamayacağını kestirememiş miydi? Üstelik ardında nice başsız bedenlerini gezdirip duran sâbık Maarif vekili varken, bu nasıl bir hesap, bu ne mene bir hırs-ı pîrî idi?
Ona hiç etrafında, “Yapma üstâd; bu uğursuz berzaha nice koçyiğitler atıldı; her biri perişân oldu. Bu yaştan sonra astronomide bir ihtimâl muvaffak olma ihtimâlin var ama Maarif'te asla!” diyebilecek bir dostu kalmamış mıydı? Yoksa bil'akis, “İşte senin de ikbâl günlerin geldi üstâd, var git dershanelerin ocağına öyle bir incir ağacı dik ki yedi düvele şan olsun” mu demişlerdi? Sahi ne demişlerdi acaba?
Hâtıralarını yazdığında bu ayrıntıları da öğreniriz. Neticede n'ooldi? AYM, bu saçma-sapan kanunu kökünden iptâl etti. Bu durumda ona düşen siyasi vazife, “AYM üyelerinin bile çoğunlukla iptal ettiği bir kanunu matah bir şey kabul ederek iki yıldır icraat yaptımdı. Yahu ben istifa etmeyim de kimler etsin?” kavliyle ve izzet ü ikbâl ile bâb-ı maariften çekilmektir!..
Yani ben olsam çekilirdim ve işte o yüzden bugün meselâ bir maarif nâzırı filan değilim. Nabi Bey bunu yapar mı; zannetmiyorum. Niçin zannetmiyorum, çünkü iptâl kararından bu yana neredeyse 48 saat geçmesine rağmen bunu yapmadı ve bundan sonra da yanaşmayacaktır. O, bunu vaktiyle “Ne yaptımsa başbakanın talimatıyla yaptım; başbakan da istifa etsin” diyen ve sonra nedense lâfını geriye alan o eski bakan gibi şahsî bir mağlubiyet etmez ve bunda haklıdır. Mağlubiyet daha küllîdir ve partinin şahs-ı mânevisini de kapsıyor.
İşin tuhaflığı şurada; vaktiyle dershanelerin eğitimde fırsat eşitliğini zedelediği için kaldırılmasından yana şeyler yazıp çizen biri olarak, “Oh oldu işte, kapatamadınız; hadi istifa edin gaari” yollu şeyler yazıyor olmam, Türk aydının içinde düştüğü epistemik ve alefortenfonik bir şaşkınlıktır ama olsun; bu arada kendimi aydından saymanın keyfi bana yeter dostlar!