Birinci sınıf vatandaş olmak duygusu nasıl bir şeydir?

Bu memlekette Ahmet Ertegün gibi diskoculara kızınca çekip Amerika'ya gitmek lüksüne sahip kaç kişi var; devletimiz isterse bütçesine bir lira bile ödenek koymadan bizleri mutlu etmek için daha neyi bekler acaba?

Ahmet Ertegün adını öteden beri işitiriz; kendisinin Türk asıllı Amerikalı iş adamı olduğunu henüz birkaç gün önce öğrendim. Müzik endüstrisi ile ilgili olduğunu ise gazete mâlumatından biliyorum. Ahmet Ertegün her sene Türkiye'ye gelerek tatilini Bodrum'daki evinde geçirirmiş. Ancak son zamanlarda evinin hemen bitişiğindeki üç diskotek, gecenin bilmem kaçına kadar yüksek volümde müzik yayını yaptığı için rahatsız olmuş, Amerikalı arkadaşlarına bu durumu izah etmekte zorluk çekmiş ve bu yüzden basına "Bodrumu terkedeceğim" mealinde bir beyanat vermiş.

Sıradan bir hadise gibi görünüyor değil mi; tatil mıntıkalarındaki eğlence yerlerinin nasıl çalıştığı hakkında doğrudan görgüm yok ama aynı şikâyetin bütün tatil beldelerinde onbinlerce insan tarafından paylaşıldığını en azından tahmin edebiliyorum. Eğlence yerleri, "bu yörelerde eğlence gece yarısından sonra başlar, ekmek paramızla oynamayın, turizm sezonu geldi geçiyor" diye sızlanırlar; bazen emniyet ve belediye görevlileri göstermelik denetim ve cezalar uygularlar ve herşey eskisi gibi devam eder gider. Muhtemelen Bodrum'da da aynı şeyler olacaktır.

Ama hayır; bu defa olağanüstü bir şey oldu ve hükümet bu haklı şikayete bakanlık çapında el koydu. Habere göre Çevre ve Turizm Bakanlıkları derhal harekete geçerek tatil bölgelerinde gürültü ile mücadelede kararlı olduklarını açıklamışlar; Bodrum Emniyet Müdürlüğü ise sözü edilen üç eğlence yerini üç günlüğüne tatil etmiş ve diğerlerine de "gece saat birden sonra anfileri kapatacaksınız" emrini vermiş.

E, siz Ahmet Ertegün'ün yerinde olsanız, "Hükümet beni adam yerine koydu ve evimde sakin bir şekilde dinlenebilme hakkıma sahip çıktı" diye övünmez, gururlanmaz mısınız? Sizi bilmem, ben kendimi Ahmet Ertegün'ün yerine koydum ve "birinci sınıf vatandaş olmak" nasıl bir şeydir, hissetmeye çalıştım. Vâkıa Ahmet Ertegün Türk değil Amerikan vatandaşı ama olsun; kendisi Türk asıllı, aslında bizden biri, sıradan bir Türk vatandaşı ile arasındaki yegâne fark taşıdığı pasaporttan ibaret ama yine de devletin Ahmet Ertegün'e değer vererek şikayetini karşılıksız bırakmaması çok güzel. Bu davranıştan öğrendiğimiz ve bizim için çok şaşırtıcı olan bilgi, şartlar olgunlaşınca devletin pasaport farkı gözetmeksizin insanların şikayet ettiği hususları ortadan kaldırmak için harekete geçebilmesidir.

Doğrusu biz epey zamandan beri devletin, vatandaş mutluluğu için çalışabildiğini unutmuştuk. Bizde bir nevi devlet geleneğidir; tek insan kaale alınmaz, toplum menfaati gözetilir ve ferdi mutluluğun toplumsal saadet içinde tecelli edeceğine inanılır ve bu yüzden devlet "şahsi iş" yapmaz; en azından ben öyle zanneder dururdum.

Demek isteyince oluyormuş; bu fena, ahlâkımız bozulacak.

....

Süleyman Demirel vaktiyle, "Türkiye Cumhuriyeti'nin her vatandaşı birinci sınıf vatandaştır" der dururdu ama ben ne anlama geldiğini anlayamazdım. Meğer birinci sınıf vatandaşlık, Ahmet Ertegün'ün nail olduğu mutluluğun 65 milyon ile çarpılmasından hâsıl olacak netice imiş; meğer devlet sadece yönetmez, tek tek insanları da düşünür ve ciddiye alırmış. Öyle ya, iki koca bakanlığın tek insanın "yeter artık Bodrum'u terkediyorum; arkadaşlarıma rezil oldum" şikayetini önemseyerek harekete geçmesi ne demek?

Yoksa Avrupa Birliği'ne girdik de benim mi haberim olmadı?

Riyâkâr ilişkilerle edinilen zoraki tanışıklıklar

Şaka bir yana haset etmedim desem yeridir; herhangi bir batı ülkesinde sıradan sayılabilecek bir şikayet ve gereğini yerine getirme hadisesinin bende bu kadar haset ve hasret uyandırması, bizim devlet cihazının niçin tek tek her vatandaşın mutluluk ve huzuru için kendini görevli hissetmediğini acı biçimde belgeliyor. Bizde ancak Ahmet Ertegün gibilerinin nail olabildiği cinsten bir saadeti veya kendini birinci sınıf vatandaş hissetme duygusunu, ancak yüksek bürokratlar, Meclis üyeleri veya tanınmış iş adamları tadabilir.

İşte bu yüzden, yani kendini birinci sınıf vatandaş gibi güçlü hissedebilme arzusu yüzünden becerebilen herkes, devlet katlarında bir tanıdık, başı dara düştüğünde işi kolaylaştıracak bir ahbab veya hukukunu ezdirmeden muhafazaya yardımcı olacak bir bürokratla ahbablık peydahlamaya büyük önem verir. Sıradan insan için güçlü olmak, emniyette, adliyede, tıp dünyasında veya herhangi bir siyasi partide tanıdıkları olmak anlamına gelir. İşte bu yüzden devlet, aslında her vatandaşına tanıması gereken sıradan hakları bir imtiyaz haline getirerek vatandaşını ikiyüzlü ilişkiler kurmaya mecbur eder. İşte bu yüzden devlette etkili yerlere gelen insanların akraba ve tanıdıkları hızla ve şaşırtıcı bir şekilde artar. Manav, doktora meyve seçerken şeftalinin ezilmemişini seçer, kasap polis komiserine en taze ve semiz eti verir, mobilyacı bürokrata en uygun vadeleri tanzim eder vesaire. Herkes, kanunların eşit ve etkili bir şekilde uygulanmayışından doğan aksamaları aşmak için kendine göre bir ilişkiler ağı kurmak davasındadır.

"Bunların hakkından AB gelir" mi?

Halkın yarıdan fazla nisbetle AB'ye taraftar olduğunu ileri süren anketler yayınlanıyor ama halkın niçin böyle bir eğilim taşıdığını kimse derinlemesine merak etmiyor; bana göre bu beklentinin temel sebepleri arasında serbest dolaşım ve çalışma hakkı yoluyla yeni ekmek kapılarının açılacağı yolundaki iyimserliğe ilaveten sıradan ve rutin işlerin görülmesinde devletin, batılı bir cihaz gibi çalışması arzusu da vardır. Avrupa'da çalışan işçilerimiz ve onların yakınlarının Avrupa'ya gelip gitmesiyle son derece önemsenmesi gereken bir "Avrupa görgüsü"nün oluştuğuna dikkat etmeliyiz.

Teknolojiyi kısa zamanda parasını ödeyip ithal edebiliyoruz ama Avrupa'da karşılaştığımız insana saygılı kamu yönetimi anlayışı kolay gelebilecek gibi görünmüyor. Bu durumda sıradan vatandaş, "birinci sınıf vatandaş" haline gelebilmek için Avrupa Birliği'nin yaptırımlar şemsiyesi altına girmekten başka yol göremiyor.

Başa dönelim; bu memlekette Ahmet Ertegün gibi diskoculara kızınca çekip Amerika'ya gitmek lüksüne sahip kaç kişi var; devletimiz isterse bütçesine bir lira bile ödenek koymadan bizleri mutlu etmek için daha neyi bekler acaba?

Fikra:

Yilmaz tavşan

Paldır—küldür eczaneye dalan tavşan tezgâhtara seslendi:

—Bir kilo havuç tartıversene aslanım!

Tezgâhtar olanca kibarlığıyla, "Bir yanlışlık olmalı beyefendi" dedi; "bizde havuç yok!"

Omzunu silkip yüzünü buruşturarak dışarı çıkan tavşan on dakika sonra yine eczaneye döndü ve tezgâhtara göz kırptı,

—Haydi haydi vardır zulada birşeyler; parasıyla değil mi, şurdan biraz havuç sarıver bana!

Tezgâhtar yine nâzikti, tavşana işin teorisini anlattı, "eczanelerde havuç satılmaz"dı.

Ne var ki tavşan kolay yılacaklardan değildi. Yarım saat sonra üçüncü denemesini yaptı ve artık sabrı kalmayan tezgâhtar, bir vuruşta tavşanın bütün dişlerini ağzına döküverdi. Bir dakika sonra tavşan, başını kapıdan uzatarak son kere şansını denedi:

—Fafut tuyu far mı utta fafut tuyu?

Söz:

"Hakikat, onu üreten ve sürdüren iktidar sistemleriyle bağlantılıdır." —M. Foucault—

Alinti:

"...Napolyon her yerde herkesi yendi, yani birçok insanları öldürdü; çünkü büyük bir dehâ sahibi idi. Neden bilinmez, Afrikalıları öldürmeye gitti; onları o kadar iyi öldürdü ki, o kadar kurnaz ve zekiydi ki Fransa'ya dönünce herkesin kendisine boyun eğmesini emretti. Ve herkes ona boyun eğdi. İmparator olunca tekrar halkı öldürmek için İtalya'ya, Avusturya'ya, Prusya'ya gitti. Oralarda da birçok insanlar öldürdü.."

Leo Tolstoy, Harp ve Sulh'dan, MEB. Y. II. C., s.132


Kaynak (Arşiv)