Biraz mimarlık tüketelim artık!
Dünya mimarları kongre için İstanbul'da bir araya geliyor; bu büyük organizasyon, "mimari" fikri üzerine zihnen yoğunlaşmamızı sağlar mı acaba? Bu, biraz da basının yaklaşımına bağlı.
İşini seven, mesleğine saygı duyan ve yaptığı işin "ne idüğü" hakkında düşünen birkaç mimar tanıdığım, gençlerin mimarlık eğitimine yönlendirilmesi konusunda, "aman ben yandım, el yanmasın" şeklinde tepki göstermişlerdi; gerekçesini sorsanız sayfalara sığmaz ama mesleğini seven bir mimarın mutsuzluk sebebini anlamak için pencereden dışarıya bakmak yetişir. Başkalarını bilmem, "mimar elinden çıkmış" projelere baktıkça ben hep şöyle düşünürüm: "Bu kadar kötü yapmak için mimar olmaya ne gerek vardı ki?" Belki de "ben yandım el yanmasın" yaklaşımı, biraz da böyle bir infialin tercümesidir.
Mesleğini ciddiye alan mimarlar, haklı sebeplerle mesleki kabiliyetlerini özel surette tasarımı yarışmaya açılan projelerde sergilemeyi tercih ediyorlar ve zihinlerinden geçip de bir türlü tahakkuk ettiremedikleri fikirlerini, sadece meslek erbabının okuyup-yazdığı dergilerde seslendiriyorlar; bir nevi ağlama duvarı!
Halbuki güzel sanatlar içinde mimarlık, gündelik hayatta en sık temas ettiğimiz sanat dalı. Mimaride yeni arayışlar, açılımlar gündelik hayata aksedemiyor; ya gözlerden ırak tutulması birinci şart olarak masaya konulan korunaklı zengin sitelerinin kuytuluğuna gömülüyor ya da çok katlı ve cicili-bicili iş merkezlerine münhasır kalıyor. Gündelik hayatımızda mimarlıktan ziyade mühendislik endişeleri ile karşı karşıyayız, bir başka ifade ile "kolon-kiriş"ten mürekkep rant labirentleri içinde mimarlık değil, mühendislik tüketiyoruz.
Mimari, ihtiyaç listemizin dışında, çene sakallı bir entel kadar hayatın kenarında bir kavram. Şehirlerimiz ve evlerimizin şimdiki haline bakan birisi, mukavvadan mamul buzdolabı ambalajlarının da bir mimarlık ürünü olduğu zannetmekte haklıdır. Garipliğe bakınız, bugün ambalaj tasarımı bile mimarlıktan daha ziyade estetik ve fonksiyonellik endişelerine cevap veriyor. On paralık cam salata tabağının kutusu, pek çok kooperatif blokunun mimarlık tasarımından daha çok estetik endişe taşıyor.
Bir asır öncesinin şehir fotoğraflarını hatırlayınız; o devrin bütün dülgerlerinin Viyanalarda, Romalarda mimarlık tahsili yaptıklarını zannedersiniz: Mimarlık bakımından vahdet oradadır, iklime ve coğrafyaya itaat, mahalli malzemeye dikkat, sosyal münasebetlere saygı ve estetik oradadır; insanidir, sıcaktır, güzeldir, plastiktir ve en mühimi içinde ve çevresinde "yaşanılası" bir ortamı teşkil eder. Bu derece ciddi bir birikimi büsbütün fersûde saymak yanılgısını gösterdik vaktiyle. "Aah eski evlerimiz" nostaljisi değil, hayır. Meseleyi bir de şöyle düşünelim: inançlarını, tahsillerini, hayat görüşlerini, ürettikleri şeyleri beğenmediğimiz, hatta tahkir ettiğimiz o "çerden-çöpten" adamlar, nasıl oldu da mimarlıkta sadelik, fonksiyon, estetik ve insaniliğin bu kadar tabii tarzda hal-hamur edildiği evler, mahalleler ve şehirler yapabildiler? Uzaydan mı gelmişlerdi yoksa? Üstelik "nazım planları", imar kanunları bile yoktu doğru-dürüst! Kamu binalarını yine mimarlar yapıyordu ama yaşanası yerleri gelenek, komşuluk hukuku ve dülgerler inşa ediyordu. Bu geleneğe saygı duyan mimar sayısı gün
geçtikçe artıyor lakin Basra harab olduktan sonra!..
Bizde mimarlığı kurtaracak inkılap çapındaki değişiklik, şehirlerin dikine değil de enine yayılması istikametindeki ortak kabul ve bu kabulü destekleyecek mevzuat değişikliğidir bence. Acil çare budur; tercih edileni ise aziz ve necib milletimizin mimarlığı "tüketilebilir" bir şey olarak görmesi ve en azından bu esnada "mimarlık ürünlerinde tüketici hakları" kavramı ile yüz yüze gelme ihtimalidir.
Nasıl akıllar ama?