Biraz da mimarlık konuşalım

İnşaat ve emlâk sektörünün sözcüleri, piyasaların (üstelik birkaç yıldan beri) durgun olduğunu ileri sürerken, gazete ve televizyonlarda gayrimenkul reklâmları göz kamaştırıyor. Durgunluk anlarında reklâma yönelmek elbette mâkul bir fikir; bu derecesi, sektörde gerçekten durgunluk olup olmadığı yolunda şüphe uyandırıyor.

Bu meselenin uzmanı olmadığım için yanılabilirim; konunun dikkatimi çeken yönü büyük şehirlerde adeta hava kabarcıkları gibi yükselen büyük inşaat projelerinin üslûbu, taşıdıkları estetik ve mimarlık değerleri ve yoğunluğudur.

Bu projeler, uluslararası çapta ün ve tecrübe kazanmış ustalardan başlayarak fakülteden yeni çıkmış ve henüz kendi tarzını aramakta olan genç mimarlara kadar geniş bir ıskalada yer alan mimarlar tarafından çiziliyor. Mimarlar nedense her projede tüketicilere “yeni bir hayat tarzı, yeni bir hayat alanı, yeni bir sosyal çevre, yeni bir hayat yorumu” gibi cazip sloganlarla yaklaşıyorlar; müşterilerine klas, seçkin ve her niyet edenin kapıdan içeri giremeyeceği “korunmuş” mesken ve işyerleri pazarlıyorlar. Çok önemli personel anlamına gelen VİP kısaltması, neredeyse ayağa düştü çünkü reklamcılar, herkesin VİP derecesinde mümtaz ve seçilmiş olduğunu ileri sürüyorlar.

Manzarayı şöyle görüyorum: ne idüğünü iyice sorgulamamız gereken bir grup insan, yani sermaye sahibi, mimar, reklamcı, pazarlamacı ve yüklenici bize, üstelik fikrimizi almak ihtiyacı bile duymadan yeni mimarlık ürünleri sunuyor. Biz ise, her zaman olduğu gibi mimarlık ürünü değil, fiyat ve ödeme gücü arasında bir denklik arayarak mesken ve işyeri ihtiyacımızı karşılamaya bakıyoruz.

Bu ilişki sağlıklı değil; doğru görünmüyor.

Mimarlık, diğer sanatlar gibi değil; herkese hitab ediyor; aynı derecede herkesi mutlu edebilen veya itici görünebilen bir hitap alanı var. Mimarlık daha çok insan tarafından ilgi odağı olmalı, konuşulmalı, tartışılmalı, değişime zorlanmalı ve o mekânları tüketecek insanların temel talep ve eğilimlerini kaale almalı.

Türkiye’de böyle bir mekanizma yok; hâlâ deprem çadırından kalıcı meskene çıkmak için can atan felaketzedelerin aceleciliği ile yaklaşıyoruz mimarlık sanatına. Mimarlık değil mesken, güzellik değil rant talep ediyoruz.

Belediyelerin yeni ve büyük ölçekli projelere ne ölçüde müdahale ettiklerini bilmiyorum; en azından mimarlık gerektiren konularda projeye müdahale ettiklerini bilmiyorum; bütün projenin ana fikri herhalde yatırımcının zevki ile mimarın ufku arasında şekilleniyor. Arada son tüketici yok.

Mimarlar Odası, mimarlığın nasıl tüketilmesi ve yönlendirilmesi hususunda ilk kurum olsa gerektir. Şehirlerin sağından solundan fışkıran yüksek irtifalı, her katı sahte ağaçlarla sözüm ona yeşillendirilmiş ve çevresinden soyutlanarak etrafına kibirle bakan bir garip yapılar hakkında nasıl bir tavır takındıkları, nasıl etkili olabildikleri konusunda benim bir fikrim yok. Şüphesiz içlerinde benim gibi kahırlananlar da vardır ama seslerini duymuyorum.

Yoğun reklam kampanyaları, tüketici taleplerini uyuşturmak amacına yönelmiş gibi görünüyor bana. Şüphesiz bu ilişkide en çok suçlanması gereken taraf malı üretenler değil son tüketicilerdir, biziz yani. Mimarlık tüketmiyoruz.

Garip bir durum var; mimarlık Türkiye’de en yaygın, halka en dönük sanat ama tüketim seviyesi belki yağlıboya resim sektöründen daha dar.

Mimarlar bütün hayatımıza tesir ediyorlar, aslında hiç hak etmedikleri kadar hayatımızı yönlendiriyorlar ve bu yetkiyi çok kolayca elde edebiliyorlar. Bir mimarlık fakültesinden mezun olduktan sonra odaya kayıt olmak kâfi. Mesleki tecrübe, proje yaptığı bölgede belirli bir süre yaşayıp tecrübe sahibi olmak gibi şartlar yok. Bugün mezuniyet, ertesi gün proje…

Gençleri suçlamıyorum; tecrübeli mimarları da aynı cümlede mütalâa ediyorum. Millî yapı stokumuzun hâlihazırdaki niteliğinde onlar neredeyse ilk sorumlu mevkiindeler. Kanunun oda mensuplarına tanıdığı hak ve avantajlar hepsine helâl olsun ama mimarlardan daha yüksek sosyal sorumluluk beklemek hakkımız. Estetik omurgası henüz teşekkül etmemiş bir halk olabiliriz ama bizim son tüketici olarak saçmaladığımız yerde okumuş çocuklarımızın bize güzel ve doğru bir tarzda yol göstermelerini beklerdik, bekleriz.

Ben yüksek binalara felsefi bir sebeple karşıyım; Türkiye’deki yüksek yapıların ve devasa projelerin genellikle çirkin olması ise ayrı bir fenomen. Dünya mimarlığının yaşayan müzesi Hollanda’da gördüklerim, bana gökdelenlerin bile güzel tasarlanabileceğini öğretti.

Garip bir meseledir bu. Un, yağ, şeker var, helva yapamıyoruz; arsa, para, teknik adam, sanatçı var, mimarlıkla güzellik inşa edemiyoruz.

Bu garabetin adını koyalım; nedir?


Kaynak (Arşiv)