Bir tenkit; bir müdâfaa
Bayramın ilk günü, sohbet esnasında pek sevdiğim ve saydığım bir büyüğüm bana artık alışıldık gelen bir tenkitte bulundu; tenkit ama incitmemeye, yanlış anlaşılmamaya âzami derecede itina eden, sevgi ve takdir sözlerinin arasına dürülerek tebliğ edilen ince bir tenkit,
" Yazılarını takip ediyorum; ağır bir üslûpla yazıyorsun, eski kelimelere çok yer veriyorsun; bu tarzın anlaşılmanı güçleştiriyor.
Daha önce benzeri ta'riz, sitem ve tenkitlere uğramış ve aynı konuda birkaç defa bu sütunlarda müdafaa kılıklı yazmış olduğum için sevgili büyüğümün ince sitemini, alışılmışlık hanesine koyup geçtim. Ne var ki alışkanlıklar fark etmeyi önlediği için tehlikelidir; alışkanlıklarımız, daha önceden hakkında hüküm verdiğimiz kabullerin eseri olduğu için bu konuda bir kere daha düşünmeye karar verdim. Bu sütuna kıymet atfedip okuyan insanlar olarak bu iç hesaplaşmanın işlem basamaklarından sizin de haberdar olma hakkınız var elbet.
"Ben eski lisâna rûhen merbutum" cümlesini, "eski dile ruhsal açıdan bağlıyım" şeklinde kurmak da var; "toplumsal" hariç olmak üzere "sel"sal" ekiyle biten kelimeler yerine izâfet ekiyle biten kelimeleri kullanmayı daha doğru buluyorum; "râbıta" ise sadece alelâde bir "bağ"dan ibaret değildir. Kelime tercihinde "lugât"e yaslanmak ihtiyacı hissedişim, kurmaya çalıştığım cümlenin, murat ettiğim mânâyı tam bir sadâkatle çevrelemesine gösterdiğim titizlikten ileri geliyor olmalı. İfâdede açıklık, herkesin bildiği kelimelerle yazmak değil bana göre; cümlenin gramer yapısı itibariyle mânâyı ifşâya müsait bir bünyeye sahip olmasıdır. Fikrî berraklık, kelime kadrosunun sâdeliğinden değil bütün ifâdenin metîn tarzda teşekkülü ile hâsıl olur. Bir cümlede bazı kelimelerin mânâ itibariyle okuyana mâlum olmaması, cümlenin veya ifâdenin anlaşılırlığını ihlâl etmez.
Gazete okuyucusunun bir köşe yazısını anlamak için el altında lügât bulundurmak mecburiyetinde kalmasının normal olmadığını kabul ediyorum; ama insâf ile teslim edersiniz ki Türkçenin bugünkü hâli de pek normal sayılamaz: Anadilimizin fonetik icrâsı, bugün sadece ödüllü ve profesyonel spikerlerin telâffuzunda yaşayabilen gizli ve mahdut bir mevhibe haline geldi; kekelemeden konuşabilen siyâsiler bedavadan "hatip" sıfatı kazanır oldular. Halbuki hitâbet sadece doğru ve güzel telâffuzdan ibâret değildir; hatip ki, şifâhi ifâdenin san'atkârıdır. Yazı diline gelince o ayrı bir hicrân yarası. Üniversite tahsili yapmış olmak bir yana, işi icabı Türkçeyi doğru ve açık yazmak mecburiyetinde bulunanların zaaflarına atıfta bulunup imâ ile geçmek yeter.
Bir de lisânda musiki meselesi var; yan yana gelmiş iki kelime, sadece mânâyı âşikâr etmez, o iki kelime arasında müzikal bir âhenk de mevcuttur. Bu âhenk arayışı, cümleye, paragrafa, hattâ ifâdenin bütününe teşmil olunursa nesirde iç mûsiki inşâsının ne kadar geniş bir kelime kadrosuna ihtiyaç gösterdiği anlaşılabilir. Kakafoniden ve ittiratsızlıktan kurtulmak maksadıyla müterâdif kelimelerin gerekliliği de hesaba katıldığında yazarın hangi vüs'atte bir lügâte yaslanarak kalemi eline alması gerektiği ortaya çıkar.
Kelimelerin tedâisi, rengi, kokusu, tadı ve çerçevesi var; kelimeleri tartmak, yazarlığın ana rükünlerinden biri. Üç beş yüz kelimenin nesini tartabilirsiniz ki? O noktada herkesin anlayabileceği bir seviyede karar kılmak da fazlaca mânâ taşımıyor; anlamak, daima biraz meşakkat ister.
Hâlâ lâyıkınca fark edilmemiş bir başka meselemiz daha var: "Cümle". Türkçe, cümlesini kaybetti, kaçımız farkındayız? Türkçe cümlesinin kendine mahsus bir mimarîsi vardı; ama bugün ortalık "nâtamam" cümleden geçilmiyor. Noktalama işaretlerinde bile ittifakımız yok. Böyle gecekonduya benzer bir perişan mimarî, "fikir"i nasıl taşır ve ihatâ eder?
Teknik açıdan yanlış bir ifâdeyle "Osmanlıca" diye isimlendirilen eski lisânımızın kelime kadrosundan vazgeçemeyişinin bence en mühim sebebi, anlam karşılıklarında istikrar ve vuzuhtur. İskambil oyunundaki "joker" gibi, gerekli gereksiz her cümleye tıkıştırılan "beğeni, söylem, doyumsuz, vb." gibi kelimelerden muğlak kelimeler yerine, daha az okuru memnun etmek pahasına eski kelimelerden müteradiflerden, bağlaçlardan, terkiplerden vazgeçemediğimi belirtmeliyim. Bu bir kusur ise bu kadarcık kusurun hoş görülmesini bekliyorum.
"Dileyen okusun" gibi bir küstahlıktan hayâ ederim; yazarken daima uzaklarda bir yerde varlığını belli etmeden yazı yoluyla hasbıhâl ettiğim bir okuyucunun varlığını hesaba katarak kâğıda kaleme sarıldım.
Biz, câri planda lügâtsiz bir lisanın yazarları ve okurlarıyız; ıstırabımızın menşeinde böyle bir talihsizlik yatıyor.