Bir takoz da İmam-Hatiplere çakalım!

Siyaset illa da fikirler ve projeler üzerinden yapılmaz; ortada savunmaya değer fikir veya proje olmadığında "tansiyon" üzerinden siyaset yapmak da bir yoldur; bu tercihe ne kadar saygı duymak lâzım o ayrı. Türk siyasetinin en belirgin hatlarından birini "gerilim siyaseti" oluşturuyor ve bu gerçeği ıskalayarak Türkiye'de gerçekte nelerin olup bittiğini kavrayamayız.

Hükümetin YÖK tasarısı, yüksek öğretimi temelden tavana değiştirecek radikal bir metin değildi ama statükoyu kısmen de olsa sarsma ihtimali görüldüğü için gerilim siyasetine kurban edildi; iş öyle bir noktaya getirildi ki her iki taraf için de gerilimi daha fazla artırma riski göze alınmaksızın adım atılması söz konusu değildir. Kezâ İmam-Hatiplerle ilgili proje de aynı siyaset taktiği ile etkisizleştiriliyor. Cihet-i askerî'nin ilgili kanun teklifinde "anayasaya aykırılık" kokusu hissetmesi, tam da Türk tipi siyaseti târif eden bir niteleme olarak tarihe geçecektir ama bu arada gerginlik tırmandırılmış, teklifin sahibi ya daha çok sertleşmeye veya yumuşamaya zorlanmış, murad edilen hâsıl olmuştur.

Bu gibi ahvalde meselenin hakiki boyutlarını incelemeye kalkışmanın pek faydası olmuyor; eğer ilgili proje, rejimin temel karakterine tehdit teşkil edecek biçimde suçlanıyorsa tartışmanın, iknanın, müzakerenin faydası görülmüyor. "Rejim" dediğimiz şey bu noktada problem çözen değil, meseleyi kördüğüm haline koyan bir tesir icra ediyor; borudaki çatlağı esastan ıslah etmek yerine her sızıntıya takoz çakarak ertelemeyi seçen bir hikmet-i hükûmet anlayışı. Tâbir aldatmasın; "hikmet-i hükûmet" kavramı bizim siyasi hayatımızda hükümet'ten yani yürütme uzvundan sâdır olan bir kavram değildir; daha ziyade hükümet olmayanların aklını temsil eder.

İmam-Hatip Okulları bu ülkede, az önce bahsetmeye çalıştığım "hikmet-i hükûmet"in kaşıya-dürtükleye kangren haline getirdiği bir mesele. İlahiyat Fakültesi ve İmam-Hatip Okulları, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun ardından din eğitimini merkezi devletin kontrolüne almak için kuruldu; zaten az sayıdaki okul 1932'de tamamen kapatıldı ve tek parti devrinin son yılında, İlahiyat Fakültesi 1949'da yine CHP tarafından Ankara'da yeniden hayata geçirildi. İmam-Hatipler ise 1951'de herhangi bir kanun düzenlemesine gerek duyulmadan idari bir kararla yeniden açıldılar. Bunlar "Tevhid-i Tedrisat Kanunu"na muhalif korsan eğitim kurumları değil; varlıklarının temelinde kapı gibi kanunlar var. Zaman içinde kapsamının genişletildiği, alternatif orta öğretim modeli haline dönüştürüldüğü yolundaki tenkidlerde haklılık payı yüksektir ama bu durum, 28 Şubat'tan sonra İmam-Hatip mezunlarına ikinci sınıf öğrenci muamelesi yapılmasını mazur gösterir mi? Bu çocuklar yeraltı medreselerinde değil, her gün çatısına bayrak çekilen ve Cumhuriyet kanunlarına göre vücut bulmuş okullarda resmi müfredatı takib ettiler. Sair meslek liselerinin İmam-Hatiple aynı kefede mütalaa edilerek sathi bir tarafsızlık görüntüsü verilmesi ise işin bir başka trajik boyutu.

Öğrencilerin mağduriyeti bir şekilde giderilmeliydi; bu hak teslim edilmelidir ve ancak ondan sonra İmam-Hatip okullarının gelecekte hangi kapsamda, nasıl var olacakları konuşulur, tartışılır.

Ortada akıl ve mantıkla çözülebilecek bir problem var; meselenin üzerine gerginlik yaratarak gitmek, üstüne koca bir "rejim tehlikede" takozu çakarak ertelemek yanlış. Fikri ve projesi olan, muasır dünyadaki eğitim modellerini de masanın üstüne koyarak tezini müdafaa etsin. "İmam-Hatipler kapatılmalı" diyenleri de serinkanlılıkla dinleyelim ve vaktiyle bu kurumların tamamen kapalı tutulmasından doğan mahzurları da tartışalım ama çocuklara yazık etmeyelim.

Bir sistem, arızalı yerlerine takoz çakılarak ayakta tutulmaz; gerginlik siyaseti belki günü kurtarıyor, hükümeti zor durumda bırakıyor ama nihai tahlilde zararı rejimin kendisine dokunuyor. Rejimi herkesten çok koruyup kolladıklarını zannedenler, bir de ona ne kadar zarar verdiklerinin hesabını yapmalılar.


Kaynak (Arşiv)