Bir ‘şirket’ hikâyesi
Memleketin birinde tekstil piyasasında faaliyet gösteren bir şirket vardı. Şirket halka açıktı, hisse senetleri ara sıra borsada işlem görüyordu. Küçük bir şirketti bu; hissedarları şirkete tamamen duygusal bağlarla merbût bulunduklarından işletme ne batıyor, ne de iflâh oluyordu.
Şirket ilk başlarda, “Tekstil piyasasında bir numara olacağız!” diye iddialı bir tanıtım kampanyasıyla yola çıkmıştı ama bu hedefe kendileri de pek inanmıyordu. Küçük de olsa piyasada var olmak yetiyordu onlara.
Al de alalım, sat de satalım; sana can fedâ
Şirketin kurucusu karizmatik ve otoriter bir iş adamıydı. Ortaklar, kurucu genel müdürü öyle seviyorlardı ki “Al de alalım, sat de satalım; canımız, variyetimiz şirkete fedâ olsun!” diyorlardı. Genel müdür, ortaklarından aldığı sarsılmaz destekle kuruluşa piyasada ‘eh işte’ seviyesinde bir yer tutturdu. “Ticaret bahâne; önemli olan şirketin adını duyurmak. Kâr edince başımız göğe mi erecek; üstelik ‘iltimas, delk-i temas ve mâden-i has’ adamı raydan çıkarır, ahlâkımızı bozar; bu minvâl eyidir eyi…” diyerekten geçinip gidiyorlardı.
Heyecanlı hissedarın biri…
Bir ara şirketin genç hissedarlarından biri, “Böyle olmuyor; oynamaktan murad utmak. Silkinelim, üretimi artıralım, kâra geçelim!” diye tutturunca kurucu genel müdür öfkelendi, “Siz ticaretten ne anlarsınız; size bıraksak şirketi iki ayda soğan-ekmeğe muhtaç bırakırsınız, yürüyün bakayım!” diye celâllendi, o birkaç heyecanlı hissedarın payı ödenip kapı önüne konuldular. O da ne yapsın, kendi şirketini kurdu. Umduğu gibi olmadıysa da varla yok arasında bir çizgide o da piyasada kendine bir yer edinmişken dosyası hızla kapatılan garip bir trafik kazasında Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Tesadüf de hani bu kadar olurdu!
Şirket kültürü!
Derken efendim günler geçti ve emr-i Hak vâki oldu, kurucu genel müdür de vefat etti. Yerine, hayli kavga-nizâdan sonra, ‘ensesine vur lokmasını ağzından al’ kıvamında efendiden bir emânetçi seçti hissedarlar.
Aa, yeni müdür şirketi, selefinden daha iyi yönetmeye, ufak-tefek kâr etmeye, şirketi büyütmeye başlamaz mı? Hatta gün geldi, bir ara borsa yönetimine küçük bir temsiliyetle seçilmeyi bile başardıysa da mutluluğun ‘mütevazı büyüklük’te olduğunu anlayıp frene bastı yeni genel müdür.
Hissedarlar ilk anda ne olup bittiğini pek anlamadılar ama şirket kültüründe, “Büyüklerimizin vardır bir bildiği; demek ki öyle gerekiyor…” diye bir umde vardı. İtaat ettiler.
Daha sonraları ona bu akılları, kendisinden şüphesiz daha akıllı derin borsa yöneticilerinin verdiği yolunda iddialar da duyulduysa fakat hissedarlar aldırış etmediler: “Düşünen kafalara kötü fikirler üşüşür / Büyüklerimiz bizden daha iyi düşünür!” fehvâsınca sükût ettiler.
Onlar şirketi büyütmek, daha çok üretip para kazanmak değil, şirketin şan ve şerefle temsil edilmesi hedefini kâfi buluyorlardı.
Hoppalaaa
Yıllar hızla akıp geçti. Şirket ne onuyor ne de ölüyordu. Üretilen ürünleri, bağımlı hissedarlardan başka kimse almıyordu ama ne gam? Derken günün birinde, “Cepten yiyelim, büyümesek de olur; şirketin bayrağı gönderde dalgalansın yeter!” diye düşünen bazı cahil ve atak hissedarlar hoppadanak fikir değiştirdiler; “Yahu bu şirketi biz yönetsek piyasanın tozunu attırırız.” diye cesaretlenerekten hissedarlardan yeni şirket genel kurulu için imza toplamaya başladılar.
Öyle bir an geldi ki toplanan imzalar, genel müdürü destekleyenlerden daha büyük rakamlara ulaştı. Hoppaalaydı resmen! Görünüşe göre hadise basitti; ilk genel kurulda imzacı hissedarlar şirket yönetimini ele geçirecek gibi görünüyordu. Yok deveydi!
Rufailer işe karışıyor
Tam bu safhada işe Rufailer karıştı ki bildiğimiz Rufai tarikatının bu oluşumla alâkası yoktur.
Rufailer, “Aman ocağınıza düştüm; bu bastıbacaklar kırk yıldır kendine alıp satan şirketi büyütüp üstelik utanıp arlanmadan kâra geçireceklerini bile söylüyorlar; medet sizden!” diye eli ayağı titreyen başarısız genel müdüre, “Sen gönlünü ferah tut ağam; bu itirazcılardan bir cacık olmaz; biz hallederiz. Sen yüce borsaya güvenmeye devam et!” öğütleri verip yatıştırdılar. Ardından hoop diye Şimkürek Fasliye Feza ve Hilâlören Hafif İtilaf mahkemesini devreye sokup imzacılara bilardo tabiriyle ‘cırt’ çektirdiler. Yine hoppalaydı! Şirket hissedarların altına imza attığı kararı bir Şimkürek yargıcı durumdan vazife çıkararak gürültüye getirip geçersiz sayabilir miydi?
‘Fasliye feza, hafif itilaf’ labirentinde…
Ülke, kâğıt üstünde hukuk devleti olduğundan mahkeme kararına kimse ağzını açamadı. İtirazcılar o kadar densiz, o kadar ‘Devlet’ terbiyesi görmemiş çocuklardı ki, tutup arlanmadan mahkemeye itiraz ettiler.
O da ne; bir üstteki mahkeme, “Tamam kardeşim, siz haklısınız; yürüyün sizi kim tutar?” derken onun da üstündeki mahkeme hemen araya atlayıp, “Hoop, burası tarla mı; usul eksiklikleri var!” diyerek tekerleğe çomak soktu. Tabii ülke hukuk devleti olduğundan ve mahkemeler bağımsız ve tarafsız olduğundan herkes yargı kararlarına saygı duyuyordu. Sıkıysa duymasınlardı bakayım!..
Yüce borsanın âlî maslahatı!
Neticede anlaşılmaya başlandı ki yaptıkları iş akıntıya kürek çekmek gibidir ve hisse senetlerinin işlem gördüğü yüce borsanın derin abileri, şirketin kim tarafından yönetileceğine filan aldırış etmemektirler. Derin abilerin asıl maksadı şirketin ne iflas edecek kadar kötülemesi ne de iflâh olması arasında bir nebâti hayat çizgisinde sabitkadem tutulmasıdır çünkü tekstil piyasasında en çok kazanan büyük şirketin menfaati böyle gerektirmektedir.
İtirazcılar hâlâ, biz haklıyız, çoğunluk bizde diye burundan kıl aldırmasa da işler şimdi bu merkezde. Sırada daha yüzlerce Fasliye Feza, Hafif İtilaf yargıcı, yüce borsanın yüksek menfaati ve âlî maslahatı için görev sırasının kendilerine gelmesini heyecanla beklemektedir.
Neyse ki memleket bir hukuk devletidir; olmasaydı yanmıştık!