Bir "otosansür" hikâyesi
'Safları sıklaştıralım' dâvetini, câmiden başka yerde nerede duysam tüylerim diken diken oluyor. Safları sıklaştırınca kitleyi birilerinin sevk etmesi daha kolaylaşıyor çünkü. Kitlenin büyüsü var; ne zaman o büyü kitleye sirâyet etse soğukkanlı değerlendirmeler uçuşup yerini galeyanın şehvetine terkediyor.
Konu nazik, konu yanlış anlamaya, anlaşılmaya saptırılmaya fevkalâde müsait, konu ateşteki kestane. Hele bugünlerde olduğu gibi toplumsal histeri dalgasının ayyuka çıktığı demlere, çoğunluğun fikriyatı aksine, "ters açı" sayılabilecek sözler söylemenin sevimsiz riskleri var.
Gazeteciler basın hürriyetini savunup sansürü yerden yere vururken bir kalem erbabının kendi kendini sansür etmesi (otosansür) karşısında çaresiz kalırlar çünkü orada yazılı olmayan kurallar, endişeler, hatta korkular devreye girer. Açık söylemek gerekirse bu yazıyı geçen hafta okumanız icab ediyordu ama fikrine güvendiğim bir dostun tavsiyesiyle bir hafta olsun bekletmenin iyi olacağına karar verdim. Okuyunca "a, bu muymuş?" diyebilirsiniz, tam aksine, "serinkanlılığın bu kadarı da fazla" kanaatine de kapılabilirsiniz.
Geçenlerde bir okuyucudan "sen Türk ve Müslüman mısın?" şeklinde kaba bir sorguyu ihtiva eden bir mektup aldım. Birkaç ay önce bu sütunlarda yayınladığım "Sisli yayla yollarının sesi Karadeniz'in" başlıklı yazı hakkında okuyucu, Karadenizli bir sanatçının Gürcüce, Rumca, Lâzca sözlü türküler seslendirdiği albümünü medhetmeme kızmıştı. Onu bu kadar alınganlığa, infiale hatta yazarının gizli din ve milliyet taşıdığından şüpheye sevk eden satırlar, olsa olsa şu satırlardır diye düşünüyorum: "Bir kısmının sözleri Türkçe değildi; belki Lazca, belki Gürcüce, belki Rumcaydı, ayırdedemedim ama ne farkederdi ki; suyun sesi her yerde aynı değil midir; rüzgârın, denizin, ayrılığın, acının, neşenin sesi de öyle olmak gerektir. Karadeniz'in sesi, hangi dili terennüm ederse etsin hemen tanınacak kadar kendine mahsus ve netice itibariyle 'bizden' bir terennümdür. Bozkırla denizi, yaylayla limanı, kırlıklarla şehirleri, doğuyla batıyı aynı tesbihin ipine dizen ve birbirinin hâlinden, hissiyatından haberdâr ve âşinâ eden bir kimyâ vardır bunlarda."
"Okuyucu" cevabını icab ettiği üslûb üzre aldı ama genel kabul gören değerlerin ters açı getiren her yaklaşımda bir yazarın kendisini gergin hissetmesi, sözünü söylemeden önce yanlış anlaşılma ihtimaline karşı kendi pozisyonunu târif ihtiyacı hissetmesi hakikaten keder mevzuudur. Üslûbu dikkatli tayin etmek sûretiyle her tenkidin seslendirilebileceğine inancım bazen zayıflıyor; özellikle kitle iletişimine duyduğum inanç azalıyor. Politikacılar herkesi memnun eden bir dille konuşma alışkanlığı kazanmışlardır; ahali, onların bu özelliğini bildiği halde hem bu tutumu tasvib ederek onlara büyük sorumluluklar tevdi eder, hem de "politikacı" kavramını bazen aşağılama maksadıyla kullanarak bir nevi intikam alır. Politikacıları anlayışla karşılamak mümkün belki, ama hep okuyucusunun hoşlanacağı şeyler söyleyen bir yazar tahayyül edilebilir mi?
Ülkemizdeki yaygın popülist kanaat ve değerler, zaman zaman samimi iletişimi zehirliyor. Buna müsaade etmemek lâzım.
Mart ayını kitle gösterileriyle geçirdik; yine hınç duyacağımız birileri çıktı, yine öfkemizi tevcih edebileceğimiz tatsız hadiseler cereyan etti. Biz de çoğunluk itibariyle sade vatandaşın sesini yükseltebileceği yegâne yere, yani sokağa çıkıp sevgimizi ve öfkemizi belli ettik. Bayrağa saldırılmıştı ve biz bu hakareti sineye çekemezdik. Türkiye'de bayrak, rozet, flama satışları bir anda tavana vurdu. Milli histeri dalga dalga yurda yayıldı. İnternet trafiği bayrak meselesine kilitlendi.
Bir haftadır salamurada beklettiğim yazıyı böyle kaleme aldım. Başlığı şöyleydi:
"Bir dakika yahu bir dakika!"
Aynen şöyle:
"İnsanoğlunun en kederli ânı, inançlarına, mukaddeslerine ve değerlerine ne kadar bağlı olduğunu isbat etme mecburiyetinde kaldığı zamanlardır.
Sayım mı, yoklama mı, teftiş mi, arınma âyini mi, nedir; her vesilede bayrağımıza sarılarak sokaklara dökülüp vatanperver sloganlar haykırmak, mitinglerde kenetlenmek, gösterilerde imân tazelemek ihtiyacı neden? Kendimizden şüphe mi ediyoruz?
Tezatlar içindeyim; sağ yanım evin balkonuna bayrak asıyor, sol yanım, 'evinin balkonuna bayrak asmak için illâ birilerinin çıkıp çemkirmesi mi gerekiyordu; ağır ol' diye diye temkine dâvet ediyor. Sağ yanım, 'temkin, temkin; nereye kadar; bu kadar temkinin sonu atâlettir' diye isyanlarda, sol yanım, 'aldırma ona, her tahrik karşısında bayrak ve vatan sevgini izhar etmek zorunda değilsin' diye eteğimden asılmakta.
Son on yılda kaç defa yaptık bunu, kaç defa sokaklara döküldük, kaç defa mitinglerde vatan aşkımızı haykırdık. İnternet anketlerinde deliler gibi oy kullandık. Bana en kolayı tercih ettik gibi geliyor; hep şöyle düşünüyoruz galiba; 'bugün sesimizi yükseltmezsek yarın iş işten geçmiş olabilir'
'Safları sıklaştıralım' dâvetini, câmiden başka yerde nerede duysam tüylerim diken diken oluyor. Safları sıklaştırınca kitleyi birilerinin sevk etmesi daha kolaylaşıyor çünkü. Kitlenin büyüsü var; ne zaman o büyü kitleye sirâyet etse soğukkanlı değerlendirmeler uçuşup yerini galeyanın şehvetine terkediyor.
İşin edebiyatında, hamâsetinde değilim: O bayrak, grafik şirketlerinin eğimli masalarında cetvel ve pergelle tasarlanmadı; üstündeki ay-yıldız, neredeyse bir söğüt dalının eğimi gibi tabii ve organik görünür bana. Hiç bir bayrak, bir milletin müstakil yaşama arzusunu onun kadar hakikatiyle temsil edemez. O ayrı. Bayrağa hürmetin şekli esaslarını belirleyen kanun var; çiğneyen cezasını görür ama bayrak gibi bir milli değere yerli yersiz abanmanın, günün birinde milli hassasiyetleri lâçka edeceğinden çekinirim hep. Milli heyecanlar idareli tasarruf edilmelidir. O heyecanı olur-olmaz sebeplerle kılıfından sıyırmak, bu gibi günlerde bayrağın gölgesinde siyaset yapmak arzularını okşamaktan başka işe yaramaz.
Bayrak üzerinden, vatan üzerinden siyaset yapılmamalı. Dinin siyâsete âlet edilmesi nasıl mahzurlu ise, milli galeyan üzerinden siyaset yürütmek de doğru değil.
Bayrağı çiğnetmedik, çiğnetmeyiz tamam; benim nazarımda milliyetçi siyaset her işin hakkı ifâ edilerek yürütülür; her işin hakkı neyse o; ne eksik, ne fazla. Yol yapacaksan adam gibi yol yapacaksın; özelleştirmeye gittiysen hakkından adam gibi geleceksin, eğitimi tanzim ediyorsan yedi düvelle rekabete hazır nitelikli kuşaklar yetiştireceksin. Kaldırım süpürmen gerekiyorsa, süpürdüğün kaldırımı gören aşkolsun diyecek.
Dört köşeden 'safları sıklaştıralım' çağrıları yükseliyor. Bir vilayetin ahalisini 'bayrak sevginizi isbat edin öyleyse' nidasıyla mitinge davet etmek ne demek; bunun mânâsını düşündük mü hiç? Bayrağa çemkirenler sakın böyle sevimsiz bir ihtimali dahi öngörmüş, hatta kışkırtmış olmasınlar? Şimdi belki de ellerini oğuşturup, 'ne büyük adammışız, bir ok attık kebab oldu, ortalığı birbirine geçirdik' diye kendilerini tebrik ediyorlardır.
Galeyan sağduyuyu iptal ediyor; şimdi söz sokağındır. Fırtınayı sezer ama önleyemezsiniz. Bizde üç hamle, dört hamle ötesini sezecek basiret kalmamış mıdır? Her rüzgarla savrulacak, her 'gıdı gıdı' yapana feryat-figan küfredecek, bütün zaaflarımızı boncuk gibi boynumuza takıp gezdirecek miyiz böyle?
Olup bitenlerde hayır görmüyorum. Bugünler beynin en ziyade kan dolaşımına ihtiyaç duyduğu günler; biz habire bulgur pilavına kaşık sallıyoruz. Tepkide abartıya gittikçe bizi tepkilerimize mecbur ve mahkûm ediyorlar.
Biraz duralım, bir düşünelim, bir dakika olsun zaman tanıyalım kendimize!"