Bir nevi Yeşilçam arkeolojisi

Türk sinemasının siyah"beyaz zamanlarında film çekenlerin ferâsetine duyduğum hürmet giderek artıyor.

Belki çoğu bugünkü gibi "mektepli" entellerin tahsil ettiği sinema teorilerinin adını bile duymamışlardı ama ne güzel "hikâye anlatıyor", ne güzel "anlaşılır kalabiliyor" ve ne güzel "efsâne söylüyorlardı". İşin püf noktasında biraz da siyah"beyaz film tekniğini olağanüstü bir gelenek tecrübesi içinde ehlîleştirmeleri de vardı. Yeşilçam, yerli filmlere katabildiği o benzersiz bahâratı renkli çekimlerle asla yakalayamadı; renkli film tekniğinin gerektirdiği sinema tecrübesine erişeceği demlerde televizyon furyasına yakalandı. O günlerde piyasaya çıkan "sosyal içerikli" anlatım hastalıkları Yeşilçam'ın sinema dilini kekemeleştirdi ve sinema esnafımız "hikâye anlatmayı" unuttu.

Yeşilçam sineması, çoğunlukla an'anevî değerlerin üst katında cereyan eden hayat sahnelerini hikâye etmesine rağmen "halkın sineması" olarak kalabilmenin sırrını nasıl yakalayabilmişti; halbuki "sosyal içerikli" sinema, sahip olduğu araçlar itibariyle halkın lisanını telaffûz etmeye daha yatkındı; gerçekçi bir dili, mahalli ayrıntılara inebilen bir anlatım tekniği, siyâsî ve sosyal değişmeyi tasvire müsait bir teorisi vardı. Buna rağmen "sosyal içerikli" sinemaya verilen emekler, samimiyet ve hikâye anlatmaktaki ustalık bakımından o hep gülüp geçtiğimiz "n'ayır Nâlân, n'olamaz sevgilim"li Yeşilçam filmlerinin topuğuna yetişemedi.

Türkiye'nin gündelik hayatından kopuk olduğu halde o filmleri seyredilir kılan nükteyi elemanlarına ayırıp analiz raporlarının kuru üslûbu ile sıralamadan önce hakkı teslim etmeliyiz; bir zamanlar Yeşilçam fıtrî bir insiyakle rolüyle bütünleşen figüranıyla, göz kararıyla ışık seti kuran teknisyenleriyle, alaylı rejisörleri, emanet kameraları, dar bütçeleri ve Anadolu'nun hemen her kasabasına kadar yayılmış rüyâ sinemalarıyla tamamen bize dair bir şeydi; yerliydi, millîydi çünkü bizim insanımıza hitab ediyor ve onların hayallerini restore ediyordu.

Bugünün sineması, "Yeşilçam usulü Türk soyutlaması" ile alay edip sinema dilinde Batılı argümanları kullandıkça seyircisinden kopuyor. Sinemada gündelik hayatın en tatsız taraflarını, "üstelik bunalım üslûbuna çekilmiş bir kuru gerçekçilikle" sergilemekten gayrı mârifeti olmayan yeni sinema adamlarını yok sayıyor; marjinalleştiriyor. Yeşilçam sineması, tamamen kendi icadı kalıplar kullanarak seyircisine güzel hikâyeler anlatmanın yolunu elyordamıyla bulmuştu; orada yeniden öğrenilmesi gereken dersler var. Sadece sinema adamları için değil, siyâsetçiler, reklâmcılar, gazeteciler, pazarlamacılar, akademisyenler ve entelektüeller için, kısaca ekmeğini bu milleti tanıyarak ve anlayarak kazanmak durumundaki herkes için önemli ipuçları var bu "basit" filmlerde.

Yoksul çoban, ağanın güzel kızına, "seninle benim sınıfsal kökenlerimiz farklı Kezbân, bu birliktelikten umarsızım" demezdi meselâ; bu filmlerde iki gönül bir ise samanlık seyrân olurdu.

Çatılara tırmanmaktan başka bir yol

Yüksek apartmanların çatısı, üstünde su deposu bulunan kuleler, boğaz köprüleri, elektrik direkleri gibi yerleri ard arda sıralayınca aralarındaki ortak bağ hemen kuruluveriyor; bu "mevki"ler genellikle intihar tehdidiyle sesini duyurmaya çalışan çâresizlerin tercih ettiği mekânlar. Geçenlerde vatandaşın biri otoyol üstündeki trafik tabelasına çıkarak taleplerini sıralamış; "Ayşe ile evlenmek, bir takım elbise ve bir çift ayakkabı istiyorum". Elbise ile ayakkabı neyse fakat Ayşe meselesinin direğe çıkmakla nasıl halledilebileceği hayli meşkûk bir mesele.

Londra'nın Hyde Park'ı mâlum; bizim Hyde Park'ımız ise bu gidişle "yüksek" yerler olacağa benzer. Sıkça tekrarlanan bu intihar şantajlarının ardındaki temel motifi gözden kaçırmamak gerek; bir rivâyete göre "iletişim çağı"nda bulunmamıza rağmen insanların kendini ifade etmesine fiilen pek imkân bırakmayan bir yönetim anlayışımız var. Dikkat ettiyseniz farkedeceksiniz ki intihara yeltenenlerin hemen tamamı kendilerine o anda pek önemli görünen bir taleplerini dile getirmek ihtiyacıyla kıvranıyorlar, sonra alışıldık senaryo: Gazeteciler ve polis geliyor, intihar şantajcısı yatıştırılıyor; "tamam halledeceğiz, bunun için intihar etmeye değmez" telkinleri yapılıyor ve hadise sona eriyor. Bu hadiselerde "vaadini" yerine getirip intihar edene hemen hemen rastlanmıyor; vatandaş derdini anlatınca, her ne hikmetse hayata saygısı artıyor.

"İletişim"in lâfzı bol fakat sağlıklı bir tarzda "iletişemiyoruz". Anayasada dilekçe hakkı mevcut ama fiilen bir işe yaramıyor. Haberleşme kanallarına hâkim onlanlar başkalarının ne düşündüğüne pek aldırmaksızın kendi yorumlarını ön plana çıkarmayı tercih ediyorlar. Yargı cihazımız ağır ve itinasız işliyor. Acele ederek kazandığımız zamanı nerede kullanacağımızı doğru dürüst düşünmediğimiz halde cümleten acele ediyoruz. Modern zamanların temposu, başkalarını "dinleme"ye zaman bırakmıyor. Hayat zaruretleri bizi gündelik problemlere doğru vargücüyle yönelen gergedanlara çevirdi.

Özellikle medya kanalıyla ithama uğrayanların hâli gerçekten perişan. Başıma geldiği için biliyorum; vaktiyle "bir kısım medya"ya mensup bir gazetede şahsımı ilgilendiren bir meseleden doğan cevap hakkıma hürmet gösterilmedi. İlim dünyasında "muteber" tutulan bir dergi ise, "ne olur konuyu polemik mevzuu haline getirmeyelim" terânesiyle cevabımı yayınlamadı. Mahkeme kanalıyla gönderilen tekziplerin ne hâle geldiği ise, mâlum. İşte o anda Boğaz Köprüsüne çıkıp derdini anlatmaya çalışan garibanların neler hissettiklerini anlar gibi oldum.

İnsanları köşeye sıkıştırmamalı, sonra dama çıkıveriyorlar!


Kaynak (Arşiv)