Bir kamuoyu araştırmasının düşündürdükleri: "Denizler durulmaz dalgalanmadan…"
Radikal gazetesi, geçen hafta dikkat çekici bir yazı dizisi yayınladı. Bekir Ağırdır’ın hazırladığı “Siyasette ve Toplumda Kutuplaşma” başlıklı araştırmanın ilk gün manşeti, Anayasa paketi hakkında. Ankete katılanlardan yüzde 44’ü paketi, “Sivil diktaya gidiş”, yüzde 55’i ise “Demokratikleşme” diye anlamış ve yorumlamış. İsmet Berkan durumu şöyle değerlendiriyor: “Bazı konularda kutuplaşmalar yaşanmasını, toplumun iki zıt görüş arasında kümelenmesini anlayabiliriz. Bunlar keskin konulardır, tarafların birbirlerini ikna etme ve bir orta nokta bulma imkânı kalmamıştır, ama eğer bölünme, daha doğrusu toplumun hatırısayılır büyüklükte kesimlerinin iki zıt görüşten biri etrafında durması ve duran kitlelerin donuklaşması olgusu gündeme gelen hemen her konuda yaşanmaya başladıysa orada durmak gerekir... Bazı keskin siyasi konularda karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüş bir ülke görüntüsü çiziyor[uz] maalesef.”
Tesbite hak verebilirim ama sonundaki “maalesef”e katılmayacağım. Meseleyi, “Anayasa paketi demokratikleşme anlamına mı geliyor yoksa iktidar diktatörlüğe mi gidiyor?” şeklinde sualleştirirseniz böyle karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüş kanaatlerle karşılaşıp şaşırmanız da tabiidir. Evet, soru kışkırtıcı ama cevaplardaki oran aslında şaşırtıcı değil.
Ara tonların bilinerek ihmâlini anket tekniği açısından anlayışla karşılayarak durumu tahlil edelim: Son aylardaki tartışma ve bulgular bize yüksek yargının iç organlarını uzaktan da olsa görebilme imkânı verdi; görünen şeyin oligarşik bir yapılanma olduğu hususunda hayli net bir kanaat var bugün. “Hayır, bu yapılanma oligarşik değildir, aksine demokratik bir yapılanmadır” diyebilecekleri küçük bir samimiyet testi ile yüzyüze bırakabiliriz: Bazı yüksek yargı kurumları arasındaki sıradan olmayan ilişkiler, -haydi açık-seçik söyleyelim- “Dinci, muhafazakâr veya düpedüz mürtecî” yargı mensupları ile ilişkilendirilseydi aynı cevab verilebilecek miydi?
HERKESİN BİLDİĞİ AMA BİLMEZDEN GELDİĞİ ŞEYLER
Geçen hafta kamuoyuna son derece ilginç ama bir o kadar da olağan sayılabilecek dinleme kayıtları açıklandı; mahkeme kararı ile yapılmış kanuni dinlemelerdi bunlar. İlginç, çünkü o günlerin ana muhalefet partisi başkanı, vaktiyle Adalet Bakanlığı yapmış eski bir vekil ve o vekilin hâlen görevde bulunan bir yüksek mahkeme hâkimi ile yaptığı konuşmalar, o günler itibariyle henüz yargı süreci bile başlamamış bir politik davanın nasıl sonuçlanacağı hakkında yargıyı etkileme maksadını taşıyan kulis faaliyetleriydi. Olağandı, çünkü Türkiye’de iç politikayı, kurumlararası ilişkilerin niteliğini biraz olsun bilenlerin doğrulanmamış, delillendirilememiş tahminleriyle tamamen örtüşüyordu; bir mânâda herkesin bildiği ilişkiler delillendirilmiş oldu; hem de ilk ağızdan.
Mahkeme kararıyla elde edilen bu delillerin, açıklandığı gün hemen birşeylerin değişeceğini zannedenler yanıldılar; bir şey değişmedi. Eğer bu görüşmeler, az önce ifadeye çalıştığım “Dinci, muhafazakâr veya düpedüz mürtecî” yargı mensuplarına ve siyaset adamlarına ait olsaydı, bu gibi dinleme kayıtlarına karşı ilgisiz duran, görmezlikten gelen, soğuk bakan yayın organlarının nasıl bir feveran koparacaklarını kolayca tahmin edebiliriz. O günün akşamına kalmadan netice alınır, kayıtta sesi bulunan kişilere dünya dar edilirdi.
Bu bir Türkiye gerçeğidir; Türkiye’de ‘kabaca’ sağ kesim, ‘kabaca’ sol kesime karşı daha fazla halk desteğine sahip olmasına rağmen daha az basın desteği görmekte ve bürokrasi tarafından soğuk ve sevimsiz karşılanmaktadır. Yargı, bürokrasi, üniversiteler ve hatta ordu tarafından sevimsiz ve tehlikeli nitelemesine mahkûm olan sağ, bu soğuk ve ilan edilmemiş politik ambargoya karşı sadece seçim sonuçlarının kazandırdığı meşruiyet ile varlığını sürdürebiliyor. Elbette ki bu fiilî gerçek, kamuoyunu karpuz gibi ortadan bölen rahatsızlık unsurlarının başında geliyor.
BÖLÜNMEK DEĞİL, FARKLI BİLGİ KAYNAKLARINDAN BESLENMEK
İşte anketteki Ergenekon davasıyla ilgili sual de aynı cümleden: Hükümet çetelerle mi mücadele ediyor yoksa fırsattan istifade muhalifleri mi cezalandırıyor sorusuna katılımcılardan yüzde 55’i “çetelerle mücadele ediyor” cevabı vermiş.
Yüzde 45’in kanaati çok önemlidir ve İsmet Berkan da aslında bu noktaya dikkat çekiyor. Demokrasinin erdemi, çokluğun galebesi değil, azlığın hukukunu korumaktır. Ne var ki yukarıdaki rakamın bir başka anlamı daha var: Ergenekon davası, kapsamı ve mahiyeti itibariyle diğerlerinden çok farklı. Meşru hükümeti darbeyle değiştirmek, darbe için silahlı kuvvetlerin gücünü ve malzemesini kullanmak, darbenin altyapı hazırlıkları için muhtelif kurumlar (yargı, ordu, iş dünyası vb gibi) arasında koordinasyon sağlamak, amaca ulaşmak için suikast dahil, her türlü silahlı eylem biçimini benimsemek neviinden dudak uçuklatıcı iddialar söz konusu. Normal şartlar altında böyle bir davanın yüzde 45 gibi çok yüksek bir kamuoyu desteği bulmaması gerekirdi ve bu noktada tam da sorulması gereken soru budur: Ergenekon davası acaba toplumun yüzde 45’i tarafından gerçekten inandırıcı bulunmamakta mıdır? Bu sorunun cevabı, referans kabul edilen bilgi kaynaklarının niteliğine göre değişiyor. Bu noktası ıskalanınca sanki vahim görüş farklılıkları varmış gibi bir görüntü ortaya çıkmakta. Bakınız nasıl:
“ERGENEKON PALAVRADIR” LOBİSİNİN GÜCÜ…
Kamuoyunun zihnini bulandıran başlıca etken, çok güçlü basın kuruluşlarının, “Hükümet muhalefeti cezalandırmak için bu davayı kullanıyor” kanaati yolunda yayın yapmasıdır ve bu yayın hâlâ devam ediyor. Ana muhalefet partisi, davanın iddianamesi bile yazılmadan kendini zanlıların avukatı ilan etti ve ordu, zan altındaki bazı muvazzaf ve emekli mensupları üzerinden toplum nezdindeki itibarının kırılmaması için davaya şüpheyle yaklaştı ve böylece güçlü bir koro teşkil eden “Ergenekon palavradır” lobisi, davayı zedelemeyi başardı; oysa ki davanın iddianamesi usulüne uygun tarzda toplanmış delillerden oluşan ve esasen Türkiye’nin yakın tarihinde benzeri çok görülmüş darbelerden ve darbe teşebbüslerinden bir yenisi üzerinde yargı kurmaya çalışan bir muhtevaya sahip. Vaktiyle darbelere karışmış ordu mensuplarının hatıraları bile hepimize bu hususta güçlü bir ön fikir veriyor. Elbette ön fikirlerden hareketle böyle önemli bir dava kurulamaz; nitekim Ergenekon’un “palavra” olduğunu ileri süren cephe, itirazlarıyla iddia ve delillerin son derece ciddi olmasından duyduğu endişeyi seslendirmiş oluyor bir bakıma.
YÜZDE 45’İN KANAATİNİ ÖNEMSEDİK; PEKİ YÜZDE 55’İN GÖRÜŞÜ
NE ANLAMA GELİYOR?
Neticeye gelelim: Araştırmanın ileri sürdüğü gibi eğer Türk kamuoyu karpuz gibi farklı iki kanaat öbeği etrafında bölünmüş bir görüntü veriyorsa bu, karşı karşıya olduğumuz meselelerin çok güçlü dönüştürücü etkisinden kaynaklanmaktadır. Anayasanın demokratikleştirilmesi, devletin demokratikleşmesi anlamına geliyor; Ergenekon davası ise, Türkiye’de darbeler döneminin kapanması anlamına gelecek. Her iki halde de, ülkede çok düşük maliyetle hükümran olmak imtiyazlarını kaybeden çevrelerin hoşnutsuzluğu söz konusu oluyor ve statükonun sürmesini dileyenler var güçleriyle direnerek toplum üzerinde zihin karıştırıcı bir propaganda gücünü harekete geçiriyorlar.
Son nokta: Her iki sorunun cevabında ilginç olan nokta, yüzde 55 civarındaki kitlenin çoğunluğu sağlayabilmiş olmasıdır. Tek başına yeterli değil ama yeteri kadar anlamlı!