Bir himmet eseri: "Kırdan Bayırdan"

Kıyıda köşede yeniden neşredilmeyi bekleyen ne kadar çok boynu bükük kitap var; gözünü karartan kanuna aykırı olduğunu bile bile bir fotokopisini yaptırıp kütüphanesine koyuyor.

Hattâ bazı esnâfın üniversite şehirlerinde sırf korsan fotokopi yoluyla kitap çoğaltarak geçindiğini bile biliyorum. Kanuna aykırı ama insâfa muvafık. Bu şekilde çoğaltılan kitaplardan ekserisi yıllardan beri piyasadan çekilmiş neredeyse yarım asırlık kitaplar; çoğu ilmî kaynak niteliğinde olduğu için sürüm şansı kıt ama erbâbına kimyâ gibi lâzım. Çâre: Fotokopi!

Yıllardan beri Kültür Bakanlığı neşriyatının bu gibi eserlere yönelmesi gereği yazılır çizilir ama bu bakanlığımız —bir kısmını tenzih ile söylüyorum— sade suya tirit te'lifler yayınlamayı inatla sürdürür. Peki kitapseverler arasında tutya gibi alınıp satılan yüzlerce değerli kitabı kim ihyâ edecek?

Ötüken Neşriyat sağolsun "himmet" sayabileceğimiz bir faaliyette bulunarak rahmetli Şevket Arı'nın "Kırdan Bayırdan" isimli hikâyelerini yeniden yayınlamış. Vaktiyle bu kitabı aziz büyüğüm Ali Birinci'nin kütüphanesinde görmüş ve onun teşvikiyle okumuş, bayılmıştım. "Kırdan Bayırdan" bugüne kadar edebiyatı fazlaca köpürtülen ama aydın takımının hiç tanımadığı Anadolu realitesine "içerden" bakan bir eser. Şerheden ama incitmeyen, işaretleyen ama teşhir etmeyen bir edâ, temiz bir Türkçe, icazlı bir üslûp. Oturduğu yerden sosyoloji yaptığını sanan nice akademisyen için en azından sağlam ve mânidar bir başlangıç noktası.

Ötüken daha önce Mitat Enç'in "Uzun Çarşının Uluları"nı da aynı himmetle neşretmişti. Alpay ve Erol Beyleri bu hizmetlerinden ötürü gönülden tebrik etmeliyiz. Bence ara sıra Ali Birinci'ye fıstıklı kadayıf ısmarlayıp, bu kabilden günışığına çıkarılması gereken eserler hakkında danışmanlık talep etseler biz kitapseverler ihyâ oluruz.

.........

Dedelerimizin devleti—bizim devletimiz

"Ajans" saati geldiğinde dedem, devlet ciddiyetini aksettirir bir vekarla yerinden doğrularak üzerinde dantel örtüsüyle radyonun durduğu asma rafa doğru yürür ve düğmeyi aynı vekarlı dikkatle yavaşça çevirirdi; ümmî adamdı; banknotların üstündeki rakamları tanıması hariç okuma—yazma bilmezdi; İsmet Paşa meftûnuydu. Radyonun hoparlör cızırtısından güçlükle duyulabilen madenî ve heyecansız spikeri kemâl—i ciddiyetle dinler ve anlarmış gibi "vay canına" edâsıyla başını salladıktan sonra "İsmet Paşa ne diyor bu işe acaba?" derdi.

Devlet işleri o günlerde henüz kaldırımlara düşmemişti. Vatandaş devlete büyük fedâkarlık, para, mesai, akıl ve hünerle işleyen olağanüstü bir cihaz nazarıyla bakardı. "Devlet adamı"nın söylediği her sözde kerâmet, alınan her hükümet kararında ferâset arar ve bulurdu. Hele dış siyâsetle ilgili meseleler, sıradan vatandaş nazarında "Quantum fiziği" gibi anlaşılmaz, erişilmez, hikmetinden sual olunmaz bir mistifikasyon mevzuu idi; İsmet Paşalı yılların Türk siyâsetine yerleştirdiği mehîb bir devlet göreneğine göre dış meselelerin iç siyâsette konuşulması "ayıp" telakki edilirdi. Vatandaş işte bu yüzden hükümetten meclise, hariciyeden reisicumhura, bekçiden belediye çavuşuna kadar devleti temsil eden her kişi ve kavrama büyük hürmet ve itaat gösterirdi. Dış siyâsetin gündelik konuşmalara akseden kısmı daima "Rus kızdı", "Alaman pirelendi", "İngilizin fendi çoktur" gibi gizli takdir cümleciklerinden ibaret kalırdı.

Şimdi tamamen değilse bile o mukaddes devlet cihazının ve mânevî şahsiyetinin iç organlarını görebilecek, işleyişini izleyebilecek kadar aydınlanabildiğimiz için sevinmemiz gerek; yıllar sonra dış politikanın mahalle içindeki komşuluk ilişkilerinden veya hısım—akraba arasındaki rekabet veya ahbaplıktan hiç de farklı olmadığını görmek, insanda hayâl sükûtu ve öfke uyandırıyor. Enayi yerine konulmak, dolandırılmak cinsinden bir öfke bu; hep mukaddes olduğuna inanılan bir şeyin alelâdeliğini farketmek gibi bir şey. Halbuki siyâset, dünyanın her yerinde kitlelerin rızkı, kanı, emeği, gözyaşı ve kaderi ile sürüklenen bir oyun; bize danışılmadan alınan kararlar, hayatımızı etkilediği yetmezmiş gibi bizden o kararların kutsallığına inanmamızı istemeleri sizde de öfke uyandırmıyor mu?

Ve sorular...

Bu ön bilgi ışığında meselâ Körfez Krizi'nin ne kadar sun'i bir borsa faktörü olduğu kolaylıkla farkedilebiliyor: Irak'ın onca tahribat ve denetimden sonra hâlâ kimyevî silah yapabildiğini varsayalım; bu cürmü sadece Irak'ın işlediğini nereden biliyoruz? Adıyaman'ı, Konya'yı vurabilecek kadar menzili olan füzelere sadece Irak'ın sahip olduğuna niçin inanalım? Kuzey komşumuz hâlâ dünyanın en büyük ikinci nükleer ve konvansiyonel silah gücüne sahip. Amerika, bölgenin "belediye çavuşu" rolünü oynamak yetkisini kimden alıyor? Körfez savaşında Irak müthiş bir mağlubiyete uğratılmışken Amerika niçin birdenbire Irak'ın içişlerine karışmama prensibini hatırlayarak Saddam'ı tahtında bıraktı? Bölgenin yaramaz çocuğu niçin sadece Irak olarak gösteriliyor; İsrail, aynı haylazlıkla "silahla oynayan yaramaz bir çocuk" değil mi? Amerika niçin vaktiyle İran—Irak harbinde ve Kuveyt'in Irak tarafından işgalinde hareketsiz kalarak silah sektörünün güçlenmesine müsaade etti? BM'in gücü niçin sadece Irak'a yetiyor?

Eskiden "vardır bir hikmeti, koca Amerika'dan iyi bilecek değiliz a?" denir geçilirdi; şimdi işin içinde hikmet filân olmadığını anlıyoruz çok şükür; gücümüz hadiselerin seyrini değiştirmeye yetmese bile bu da bir kazançtır.

Artık devlet bütçesiyle aile bütçesinin aynı mantığa dayandığını, millete hürriyet bahşetmekle kimsenin zıvanadan çıkmayacağını, memleketin idaresinde pekâlâ sıradan ve namuslu insanların da muvaffak olabileceğini, başımıza lider diye ekşiyen yarım asırlık adamların aslında bizden fazla birşey bilmediğini biliyoruz ve bu bizi güçlü kılıyor.

Bugün güçlü olduğumuzu idrak safhasındayız; yarın inşaallah gücümüzü kullanmayı da öğreniriz!


Kaynak (Arşiv)