Bir hikâye anlatmak; varolmak!
Hiç kimse Warner Bros veya Metro Goldwyn Mayer gibi hikâye anlatamaz. Bu devrin masalcı nineleri onlardır.
Artık sadece masalcı nineler değil yeryüzünde hiçbir toplum kendi hikâyesini, efsânesini, destânını veya serencâmını bir başkasına anlatmak iktidarında değildir.
Edebi teknik açısından roman, hikaye, masal veya film birbirinden ayrılıyor ama hepsinin birleştiği ortak nokta yaşanmış veya yaşanması muhtemel bir vakayı hikâye etmekten ibaret. Hikâye deyip geçmeyelim; yazılı edebiyat neyse fakat edebi bir tür olarak sayılmak gerekirse film dünyası, yirminci yüzyılın başından beridir gittikçe büyüyen dev bir endüstri halini aldı. Amerikan sinemasının bazı ürünleri, seyirci karşısına çıktığı günün haftasında yüzlerce milyon dolara mal olan maliyetini birkaç günde çıkararak kâra geçebiliyor.
Ve seyrettiğimiz bütün filmler, teknik altyapısına, senaryo safhasına, kostümlerine, dekorlarına, pazarlama stratejilerine ne kadar itina gösterilmiş olursa olsun neticede basit, özellikle sinema seyircisinin kolayca anlayabileceği ve etkilenebileceği hikâyeye dayanıyor.
Hissedilmesi güç bir garabet
Basit ve sıradan bir hikâyenin çok kısa bir sürede neredeyse Türkiye"nin ihracat rakamlarıyla kıyaslanabilir büyüklükte kâr getirmesi, modern zamanların en garip olgularından biridir. Genç kuşaklar için bu durum tabii görünebilir ama en azından bana çok garip geliyor. Sebebi şu: Yaşı yarım yüzyıl civarlarında seyredenlerin yaşadığı dünya, -özellikle Türkiye gözönüne alındığında- modern olanla olmayanın birbirinden tam mânâsıyla kopamadığı bir geçiş dönemine, bir kırılma ânına şahit oldu ve bu ân bazı alanlarda onlarca yıl süresince uzadı. İdare lambasıyla fotoselli aydınlatma sistemlerini, tezek ateşi ile mikro dalga fırını, kağnı ile jet uçaklarını, kocakarı ilâçları ile MR teşhis cihazlarını, çerçi ile hipermarketleri, kül suyu ile tam otomatik çamaşır makinesini, manyetolu telefon ile internet teknolojisini aynı ömür içinde görmek ve her birini ait olduğu zaman dilimi içinde değerlendirmek, önemsenmesi gereken şahitliklerdendir. Mahallenin masalcı ninesinin dizi dibine toplanıp Kesikbaş hikâyesi dinlemiş olan bir kuşağın, bilmem kaç kanaldan ses efekti yayınlayan modern sinemalarda ve düpedüz ev sükûneti ortamında DVD teknolojisiyle sinema endüstrisinin en iddialı eserlerini seyretmesinde bir garâbet yok mudur? Bizler ki bu garipliği hissedebildiğimiz için mukayese yapabiliyor ve haklı olarak şaşırıyoruz; şaşırdığımız şey hikâyelerin temel iskeletini koruduğu halde yeni hikâye anlatma tekniklerinin kürrevî bir tesir kabiliyetine erişebilmesidir.
Modernlik sıkıcıdır; tabii fark edebilenler için
Modern zamanlardan önce her toplum kendi hikâyesini kurmak ve bir hikâye anlatma tarzı geliştirmek gibi bir imtiyaza sahipti; dünyanın birbirinden henüz farklı olabildiği eski ve mutlu zamanlardan bahsediyorum. Farklı yerlerden derlenmiş hikâyeler masada yan yana konulduğunda şüphesiz birbirine benziyor, ortak özellikler taşıyor, hatta insanlığın müşterek rüyâsına farklı yorumlar getirmenin haricinde birbirine tıpatıp benziyordu ama yine de farklıydı; insan gibi. İnsanlar da şaşırtıcı şekilde birbirine benzer ve aynı şaşırtıcılıkla uçurum derinliğinde farklılıklar gösterirler.
Modernite, bütün insanlığın Hazreti Âdem"den türediği inancını modern bir anlayışla ters yüz etti ve dünyayı sıkıcı bir hale getirdi; halbuki modernlik, taşıdığı seküler kılık-kıyafet sebebiyle Âdem kıssasını inkâr eden Darwinci anlayışı kendisine daha yakın bulur. İnsanlar ihtiyaçları karşısında çaresiz ve acınacak derecede birbirlerine benzerler; modernite"nin peygamberleri, yani A. Smith, yani K. Marks, yani H. Spencer, yani S. Freud ve diğerleri, insanın biyolojik ve psişik bakımdan aynı hamurdan yoğrulduğu tezini geliştirerek globalleşmenin temellerini attılar. O insandır ki bugün kaldırımlarda yürüyor, mağazalardan alışveriş ediyor, politik gösterilerde heyecana kapılıyor, stadyumlarda tertiplenen ahir zaman âyinlerine katılıyor ve artık yeni peygamberlere inanıyor: Diyetisyen, psikolog, yatırım analizcisi (veya fon yöneticisi veya düpedüz şu bizim bildiğimiz muhasebeci), güzellik uzmanları, pop yıldızları, şovmenler vb... Aynı hikâyeleri dinlemekten zevk alıyorlar ibâresinde bir eksiklik var; sadece aynı hikâyeleri değil, aynı tarzda anlatılmış ve kurgulanmış, aynı tarzda ete kemiğe büründürülmüş hikâyeleri dinliyorlar ve hikâye anlatmak hakkı ve kabiliyeti artık tek tek insanların elinden alınıp devâsâ kurumların inhisarına devredilmiştir: Hiç kimse Warner Bros veya Metro Goldwyn Mayer gibi hikâye anlatamaz. Bu devrin masalcı nineleri onlardır. Artık sadece masalcı nineler değil yeryüzünde hiçbir toplum kendi hikâyesini, efsânesini, destânını veya serencâmını bir başkasına anlatmak iktidarında değildir. Hangi hikâyenin anlatılmaya ve dinlenmeğe lâyık olduğunu seçen, denetleyen global kurum ve şirketler işbaşındadır. Her yıl bir yenisi tekrarlanan Akademi, Nobel, Pulitzer, Oscar vb. gibi ödüller endüstrinin sadece vitrinini teşkil ediyorlar. Onların onayından geçmemiş ve takdirini kazanmamış hiçbir metin hikâye olmak onurunu kazanamıyor.
Acenteci Türk sinemacıları kuşağı
Dürüst olalım; hikâye anlatmak deyince bu işi onlardan daha iyi yapabilen kimse yok. Amerikalılar, masalcılığı daha başta bir endüstri gibi görüp telakki ettikleri için son derece ciddiye aldılar ve bu sektöre son derece büyük yatırımlar yaptılar. Bu yatırımın semeresini şimdi, bütün dünyaya aynı rüyayı gördürerek, aynı esprileri yaptırarak, onları aynı şekilde davranmaya yönlendirerek ve aynı şeylere güldürerek derliyorlar. Hollywood sinema endüstrisi, Amerikan İmparatorluğunun halkla ilişkiler bakanlığı gibi çalışıyor.
Bu üstün güç karşısında yaşlı ve tecrübeli Avrupa kıtası bile kendi tarzını koruyamadı; Avrupa sineması daha şimdiden ancak entelektüellerin veya bir avuç radikalin ilgi gösterdiği bir kenar mahalle sineması mevkiine düştü. Vaktiyle kendi halkına olsun kendi hayal dünyasını aksettirmeye kalkışan Mısır, Hind, İran ve Türk sinemaları sırayla iflâs bayrağını çektiler. Türkiye"de bir hikâyenin film haline gelmesi ve seyirci karşısına çıkması için illâ ki Amerikan hikâye endüstrisinin standartlarına ve kurallarına itaat etmesi gerekiyor. O zaman ortaya şöyle bir gariplik daha çıkıyor: Yüzde yüz yerli ve bize ait olduğunu sandığınız bir hikâye, aslında Amerikan standartlarına göre hikâye edildiği için neticede bize ait değil, Amerikan hayat tarzına dair bir mesaj olarak beliriyor. Sinemacılarımız artık acenteci oldular ve olmak zorunda kaldılar; vaktiyle Yeşilçam sinemasında oluşturulan hikâye anlatma geleneği unutuldu veya zorla unutturuldu. "Entel" sinemacı kuşağı, tiksindirici bir akademist cereyanı körükleyerek Türk sinemasını bayağı, geri ve zaman dışı ilân ettiler; yerine konulabilen tek şey, Hollywood filmlerinin ucuz "Törkiş" versiyonundan ibaret.
Biz sinemamızı değil hayalhânemizi yıktık; iptidai de olsa Yeşilçam sineması, bir ayağımız bu topraklara basarak sinema diline ve yirminci asra uygun bir hikâye anlatma tarzı arayışı idi.
Hikâyelerimiz bit pazarında...
Milli mutfak zenginlikleri, Amerikan mahreçli fast food akımı karşısında nasıl yıpranıyorsa, milli lisanlar Amerikanca karşısında nasıl özelliklerini kaybederek "İngilizce öğrenmek için koltuk değneği dili" muamelesine tâbi kalıyorsa, nasıl ki pek çok çocuğumuz eğitimi esnasında Türkçe düşünme alışkanlığı edinmeden İngilizce bile düşünememek zaafına düçâr oluyorsa hikâye anlatma tarzımız ve içinde bütün destanlarımızın, tarihimizin, edebiyatımızın ve geleneğimizin bulunduğu bütün tecrübemiz, Amerikan hikaye endüstrisi yanında daha şimdiden hurdaya çıkarılmış alüminyum eşya gibi fersûde, geçersiz ve hâtırasız görünüyor.
Başkalarının rüyalarını görerek yaşamak bir başkasının hayatını yaşamaktır; şu basit hakikati anlayabilenlerin sayıca kelaynak kuşları kadar seyreldiğini hissetmek hazin.