Bir fikir tartışmasına hariçten gazel

Mahalle ve sütun komşum Ali Bulaç, ortak dostumuz Mehmet Kamış’ın “Suriye’de şimdi ne olacak?” başlıklı yazısında ileri sürdüğü bir görüşü eleştirdi ve yazının anafikrini teşkil eden Türkiye’nin Ortadoğu siyasetinde kendi jeopolitiğini ve birikimini esas alan aktif tutumun pek de doğru olmadığını belirtti.

Ali Bulaç, genellikle yaptığı gibi üç ana başlık altında eleştirilerini şöyle özetliyor: “Teorik olarak Türkiye’nin bölge politikası üç ana eksen üzerinden yürüyebilir: ‘Kendi başına’; ‘Batı ile beraber’; ‘Bölge ülkeleriyle birlikte’. Ben ilk iki seçeneğin bizlerin olduğu kadar bölge halklarının da yararına ve hayrına olmadığını düşünenlerdenim.”

Ali Bulaç, ilk iki tercihin niçin mümkün olmadığını hayli kapsamlı şekilde izah ediyor ama üçüncü tercihin, yani bölge ülkeleriyle birlikte Ortadoğu siyaseti izlemenin nasıl olabileceğini kapalı geçiyor; onun “Bölge ülkeleri”yle kasdettiği kavramın daha ziyade İran, Mısır, Irak, Suriye gibi İslâm ülkeleri olduğunu biliyoruz. Bu fikir dînen, fikren ve siyâseten doğrudur ve öteki seçeneklere göre şâyân-ı tercihtir ama nasıl? Sütun komşum, bu özlem tablosunun -en azından şimdilik- imkânsız olduğunu şöyle anlatıyor: 20. asrın ilk çeyreğinde bölge şekillenirken Batı, bölge ülkelerini kendi projeleri doğrultusunda “ulus devlet” formunda tasarlamıştır; bunlar “uydurulmuş siyasi entiteler”dir, sunî sınırlarla çevrelenmiştir ve yönetimleri sıkı markaj altında tutan politik yapılar tarafından denetim altında tutulmaktadır. Öyle ki, bu genel çerçeve itibarıyla mesela Suriye, Suudi Arabistan ve Türkiye sonuçta bir ulus devlet olmaktan kurtulamamaktadırlar.

Bu karamsar listede İran yer almıyor nedense; bu noktadan hareketle Bulaç’ın bölgede İran’ı ayrı bir parantez içinde değerlendirdiğine hükmediyor ve bu fikre katılmadığımı belirtiyorum. İran’a, İran’da tatbik olunagelen siyasi rejime ve Şiâ ekolüne karşı peşin hiçbir husûmetim yok; ayrıca tarihî ve kültürel bağlarımız itibarıyla İran’ı ve halkını kendime öteden beri yakın hissettim; ne var ki rejimini İslâmî renklerle tezyîn arzusuna rağmen İran’ı da eninde-sonunda bir ulus devlet olarak değerlendirmek taraftarıyım. İran’ın, özellikle bölge politikalarında “millîci” tepki ve davranışlar gösterdiğini düşünüyorum. Bölgede yaşayan Şiiler üzerindeki belirleyici otoritesi bana göre İran’ın İslâmşümûl bir yaklaşım üzerinde olduğunu göstermiyor; bana göre peçelenmiş bir millîcî siyasettir ve bunun için İran’ı itham etmek aklımdan geçmez. Öte yandan İran’ı bölgede İslâm kardeşlik ve dayanışmasının olmazsa olmazı gibi değerlendirmenin de aleyhindeyim; işte tam bu noktada aziz dostum Ali Bulaç’ın reelpolitikten ziyade hissî düşündüğüne inanıyorum.

Gelelim, Türkiye’nin tek başına, Mehmet Kamış’ın özel ifadesiyle “göstere göstere” bölge siyaseti izlemesine. Büyük devletler için tabii görülen bu hakkın Türkiye’nin eyninde sakîl durduğunu düşünmek hak değildir; kaldı ki Türkiye, Suriye politikası hariç tutulursa bölge ülkelerine karşı romantik bile sayılabilecek bir tehâlük ve samimiyetle yaklaştı. Bu hükümetin İran’la yeminli münaferet arzusu içinde olduğunu kimse söyleyemez. ABD’nin ambargo arzularına karşı Türkiye, jeopolitik çıkarlarını hiçe sayarak İran’ın yanında yer aldı.

Karşılığını görüp görmediğini ise siz takdir ediniz.

(Bu konuya müteakip yazıyla devam edeceğim inşallah.)


Kaynak (Arşiv)