Bir "dünya devleti" değil; ama bir "dünyalı" devlet
Geçtiğimiz perşembe günü Şanlıurfa'nın Harran mevkiinde cereyan eden hadise, Türkiye'nin gerçek gündeminde ilk sırayı almayı hak eden evrensel bir boyut taşıyordu. Nicedir iç siyasetin bodur ayrıntılarında dedikodulaşmaktan ülkemizin gerçek potansiyelini şuur katına çıkarmaya fırsat bulamıyoruz. Gazete vitrinleri, her sabah hakikati bir kere daha iğfale memur bir zihniyetin mağduru. Tabloid tarzı hafif, sulu ve magazin ambalaj işçiliği, "halk bundan hoşlanıyor" aldatmacasının yedeğinde her sabah Türkiye'nin gerçek gündemini yirmi dört yerinden bıçaklıyor.
Bundan bir süre önce bir Türk büyüğü "hoşgörü" kavramının ideolojik muhteva taşıdığını tespit ederek memleketi uçurumun kenarından kurtarmıştı. Doğrusu "hoşgörü" hoşgörüden daha zahmetsiz, daha kullanışlı ve daha anlaşılır bir kavram; üstelik Jacobin'lerin "vatan tehlikede!" çığlığını da manidar kılıyor. Vatan gerçekten tehlikede mi? Gereğinden fazla iyimserliğin aptallık anlamına geldiğini Polyanna bile öğrendi: Evet vatan tehlikede; üstelik tehlike -isabetle zannedildiği üzere- dışarıdan değil içerden geliyor: Türkiye'de gerçekten siyaset yapma erkini elinde bulunduranlar, ülkenin potansiyel enerji zenginliğini atıl halde tutmak için bütün ferasetlerini atalet ve içe kıvrılma hesaplarına yoğunlaştırarak vatanı tehlikede tutuyorlar.
Türkiye'de yaşayan üç semavi (ama "göksel" değil) dinin mensupları geçen perşembe günü Harran'da bir araya gelerek, Urfa ovasının bereketli topraklarına bir ümit fidanı diktiler. Ertesi gün Şanlıurfalılar, aynı anlamlı nüktenin bu defa bir ilim mahfilinde, ilmi kriterler ışığında zenginleştirilmesine ev sahipliği yaptılar. Siz bu satırları okuduğunuzda bu faaliyet cumartesi ve pazar günleri İstanbul'da devam eden ilmi celselerle taçlandırılmış olacak. Bu manzara, vaktiyle gereğinden çok tekrarlandığı için cılkı çıkan "konuşan Türkiye" fikrinin yeniden hayata dönüşüdür. Bu defa Türkiye, kendi kendisiyle Karagöz-Hacivat replikleri değil, üç semavi dini ve dolayısıyla üç büyük ana kültür arterini temsil eden bir mevzuda evrensel değer taşıyan bir anafikri konuşuyor. Bir dünya devleti olmayabiliriz; ama bu, "dünyalı bir devlet" olamayacağımız anlamına gelmez. Türkiye, "kültürlerarası diyalog platformu"nun gayretleriyle şimdi bir "dünya meselesi"ni telaffuz ediyor.
Diyalog mu? Evet, "diyalog"; karşılıklı olarak samimiyetle birbirini anlama gayretinin ayakta tuttuğu masada Türkiye, yıllardan sonra ilk defa kendinden emin ve komplekssiz bir haletle bir insanlık probleminde doğrudan taraf olarak karşılıklı iyi niyet ve anlaşma iklimine katkıda bulunuyor; işte özlediğimiz manzara bu. Avrupa Birliği kapılarında "işe alınma" heyecanıyla avurdunu kemiren Türkiye ile "diyalog" başlatma inisiyatifini kullanan Türkiye manzarası birbirinden ne kadar farklı. Her yıl iktisaden yüzde 6,5 nispetinde küçülen, kendi yurttaşlarının eğilimlerinden ürküntüye kapılarak adalelerine kramp giren, evrensel hukuk standartlarının Türk insanında hazımsızlık yaratacağı endişesiyle kaskatı kesilen bir Türkiye'nin esasen kendisiyle yeteri kadar başı belada demektir. Bütün mana bir bakış açısından ibaretse, Türkiye'de hakim güçler bakış açılarını artık değiştirmek zorundadır. Kendi komplekslerimizi ve basiretsizliğimizi AB'ye fatura etmeye kalkıştığımızda muhataplarımızdan saygı görmemiz muhal. Türkiye, kendi kuvvelerini ataletten kurtardığında, heyet-i umumiyesinin vücut diliyle zaten büyük ülkedir. Kültürlerarası diyalog arayışlarının ufkunda aradığımız, -kendisine evrensellik layık gördüğü için- "büyük Türkiye"dir.
ŞANLIURFA'YA SEVGİ VE ŞÜKRAN
Şanlıurfa'yı görmeyene tarif etmek beyhude gayret; bu mübarek ve bereketli beldenin derununda, çoktandır kaybettiğimiz şehir fikri, gökkuşağının yedi rengiyle cıvıl cıvıl yaşıyor ve şehrin derununa nüfuz ettiğinizde karşılaştığınız insani boyutlar sizi oradan kopmamaya davet ediyor. Urfa, "tılsım"ını hala incik-boncuk fiyatına zamane çerçilerine kaptırmamayı başarmış talihli bir şehir. Doğrusu İstanbul'dan sonra Şanlıurfa kadar tarihi dokusuyla barışık yaşamayı öğrenmiş, geleneklerini şimdiki zamanın diliyle telaffuz etmeyi başarabilmiş bir başka şehir görmedim desem yeridir. Modernitenin bütün hayasız züppeliklerinin ancak çamurlu pabuçlarını çıkararak edeble girmeye cür'et edebildiği bir kalbgahı var Urfa'nın. Bu kalbgahı, başta Hazreti İbrahim olmak üzere nice enbiya ve evliyanın ruhaniyeti muhafaza ediyor denilse sezadır. Nezaketleri, edebleri, insanı mahcup edecek kertede bezlettikleri misafirperverlikleri ile Urfalıları bu denge üzerinde hassas görmek beni çok mutlu etti. Şanlıurfa Valisi Sayın Şehabettin Harput'un iki hayırlı selefi ile beraber bir hizmet teselsülü anlayışı içinde Urfa'ya kazandırdıkları tek kelime ile tebrike şayandır; ne demeli; darısı diğer vilayetlerimizin başına!
Urfa'yı görmeyen bir seyyahın Türkiye intibaları eksik kalmaya mahkumdur bence; Güneydoğu bölgemiz, Türkiye'nin en kıymetli ve zengin yedi ziynetinden biri. Ancak çok cüz'i bir kısmını görebildiğimiz halde hayranlık ve keyiften başımızı döndüren GAP projesi bir başka alem.
Diyalog arayışı doğru yerde ve doğru mekanda başladı; zaman itibariyle gecikmiş olmasının vebali ise hepimizin üstünedir. Dilerim ki, güzel sözler sevgili Mehmet Aydın hocamızın sözüyle tez zamanda "iş"e dönüşür ve Türkiye, dünyalı lisanı ile telaffuz etmeyi yeniden hatırlar.
İnşaallah!