Bir dokun bin âh dinle bu kâse-i fağfurdan
Okuyucumuz Didem Ãakmakçı, derginin okur mektupları sayfasına ilginç bir tenkid göndermiş, "Aksiyon köylü dergisi mi?" diye soruyor: "Türk kılıcı, kağnılar, tesbihçiler, engelliler, Şam gezisi, DTP, Rumlar, PKK, darbe ve 11 Eylül. Bu nasıl dergi? Şehir hayatıyla ilgili bir tek haber yok. Köylerde yaşayanların haber dergisi okuyacağını mı sanıyorsunuz? Biraz da şehirde yaşayanların ilgisini çekecek konularda yazsanız..."
...
Düşündüm; aslında üzerime vazife bir mesele değil; daha çok derginin editörünü ilgilendiren bir konu. Editör muhtemelen Didem Ãakmakçı'nın tezini çürüten bir cevap kaleme alacaktı; "şu kadar ayda bu kadar dosya yapmışız. İçinde şehir hayatı ile ilgili yazıların oranı şu kadar; dolayısıyla okurumuz haksız bir eleştiride bulunuyor vb..." Oysa ki benim dikkatimi çeken Aksiyon'daki haberlerin köylülere veya şehirlilere hitab eden yüzü değil, okuyucunun algılamasındaki yanılgı idi. Meselâ DTP'yi, dolayısıyla Güneydoğu meselesini "kırsal" yani doğrudan köylülere hitab eden bir problem gibi algılamak, Didem Hanım'ın köy-şehir ayrımındaki değerlendirmesinin kusurlu olduğunu gösteriyor. Kezâ engelliler konusunun sadece köylüleri ilgilendirdiğini zannetmesi de öyle; tam aksine engelliler şehir hayatı içinde varlığı fark edilmiş bir meseledir. Yanlış örnekleri sıralamak mümkün ama uzatmanın mânâsı yok. Bu tenkid mektubundaki tek doğru tesbit köy-şehir ikilemesinin varlığından ibaret gibi görünüyor.
Okuyucumuzun bilmediği, belki henüz farkına varmadığı gerçek şu: Türkiye'de sadece Aksiyon değil, hemen her dergi, her gazete, her televizyon kanalı şehirde yaşayan insanlara hitaben haber yapıyor ve onları etkilemeye çalışıyor. Sebebi basittir, çünkü toplam nüfusun -kaba hesapla- dörtte üçü şehirlerde yaşıyor. Yayın organları şehirlerde satılıyor, okunuyor, ilgi ve tepki görüyor. Köylerimiz hızla boşalır, insansızlaşırken Türkiye'nin meselesi çok başka bir yerde: Şehirlerde yaşayanlar henüz şehir hayatına intibak edebilme, orada tutunabilme ve kendine sarsılmaz bir düzen kurabilmek davası içinde oldukları için şimdilik yeni bir şehir kültürünü üretebilmek enerjisini gösteremiyor. Bakınız şehirlere, o büyük hareketliliğin içinde şehir arazisinin, ranta dönüşebilir alanların paylaşım kavgasının neredeyse kanlı bir tarzda devam ettiğini göreceksiniz. Bu kargaşayı düzenlemekle görevlendirilen belediye yönetimleri de -dolaylı filan değil- doğrudan ve resmen rant paylaşımının içinde yer alıyor. Türkiye'de şehirler henüz yeni yeni oluşmaktadır ve hâlihazırdaki şekliyle şehirlerin kabul edilebilir bir ahenge kavuştuğunu ileri sürmek imkansızdır. Meselâ İstanbul'un yüksek rant değeri yüzünden şehir içi ulaşım tıkanma noktasına dayandı. Okulların açılması, beş dakikalık yağmur, kar çisentisi gibi sıradan bir hadise bile trafikten sorumlu olanlara ve elbette bütün İstanbullulara kâbuslar yaşatıyor. Kötü ve plansız yerleşme yüzünden İstanbul, içme ve kullanma suyu kriziyle yüzyüzedir. Bırakınız eğitimin kalitesini, henüz 35 kişilik derslik hedefi bile İstanbul için bir rüyâ kadar uzak. Öteki şehirlerin İstanbul'dan farkı sadece büyüklük itibariyledir; diğer şehirlerde de aynı problemler daha küçük ölçekte yaşanıyor ve hissediliyor.
Türkiye kendi köylülüğünü ve köylerini -doğru yanlış usul; tartışılır- tasfiye ediyor. Avrupa'nın tarihî gelişimine göre köylülüğün tasfiyesi birkaç asır gecikmeyle gündemimize geldi ve şu anda bu meselenin en ateşli, en hareketli safhasını yaşamaktayız. Eski şehir düzeni ve kültürü darmadağın olurken yerine yenisini inşa edebilme davasıyla boğazlaşmaktayız. Eskiyi müdafaa etmek derdinde değilim; eski şehirler ve eski şehir kültürünü ihyâ etmek hem imkânsız, hem lüzumsuz. Yeni bir kültür, yeni bir ahenk, yeni bir kültür birikimi ortaya koyacağız ama bu, dünden yarına olacak işlerden değildir: Yeni ve modern binalardan, güzel yollardan, köprülerden, okullardan bahsetmiyorum sadece -ki şu saydıklarım parayla satın alınabilecek unsurlardır- fakat birlikte yaşama edebi, insan ilişkileri, yeni ilişkilerin gerektirdiği hukukun üretimi, kimseyi incitmeden ve itmeden kişinin şehir ortamında istediğini yapabilecek derecede hür kılınması gibi incelikler parayla satın alınamaz; yaşayarak, bedeli ödenerek, zaman cinsinden bedel ödenerek sahip olunabilir bir tecrübedir ve biz bu tecrübenin tam da oluşma safhasında bulunmaktayız.
Şikayet mektubunu okuyunca, Didem Hanım'ın şehir hayatından, şehirle ilgili meselelerden ne anladığını ciddiyetle merak ettim. Dergide tesbihçilikle, kağnıyla, Türk kılıcıyla ilgili haberi "köy"le ilintilendirmesinden yola çıkarsak okuyucumuzun köy-şehir dikotomisini, modernlik-eskilik tarzında değerlendirdiği ve dergi editörlerini eski eşyalara, mesleklere, geleneklere muhabbet duyan nostalji taraflısı olmakla itham ettiği anlaşılıyor; halbuki bahsettiği nesneler, şehir hayatının ve kültürünün en olmazsa olmaz aksamını teşkil eden "meslek" ve "meslek sahibi kişi" kavramıyla içiçedir ve bu bakımdan çok hayati, çok önemli meselelerdir. Şehirli insan, meslek sahibi insandır, çünkü şehir hayatında meslekler alt dallara ve ince uzmanlık alanlarına bölünmüş ve gitgide incelen, kılcal damarlara ayrılan ihtiyaçlar listesinin karşılanmasıyla şehir hayatı kırdan farklı bir özellik kazanmıştır. Şehirlilerin hepsi tesbih sanatının müşterisi değildir ama her şehirde tesbih sanatçılarını doyuracak miktarda müşteri vardır. İşte bu incelmiş arzlar ve talepler şehir kültürünün küçücük ilmeklerini oluşturur ve şehir hayatına zenginlik kazandırırlar.
Köyle ilgili en kaba çağrışımı, yani kağnıyı ele alalım; haberde, otomobili bırakıp kağnı kullanalım diye bir teklif yok ama haberin satır aralarında ve ötelerinde üretken toplum kavramına çok sahici bir atıf var ve bunun farkedilmesi gerekirdi: Kağnı, tekerleğinden iğine, övenderesinden koşumuna kadar köyde yaşayan insanların üretkenliğini, kendi ihtiyacını karşılayabilme derecesini gösteren eski bir çözümdür ve fakat kağnıyla dalga geçebilmek için Türk toplumunun modern endüstriyel ilişkilere sahici manada ne kattığını iyi görmek gerekir. Modern olmak, üretkenlikten vazgeçmek, başkalarının tasarımını montajlayarak çoğaltıp kullanmak anlamında okunmamalıdır. Modernliğin en kestirme tarifi üretkenlik aracıyla refahın artması ve gündelik hayatın kolaylaştırılmasıdır; sair kurumlar üretkenliği izleyerek yeni yapılar meydana getirirler. Hal böyle iken basit ve iptidai bile olsa kendi birikimlerimizi hatırlamaktan niçin rahatsızlık duyalım ki?
...
Belki de biraz haksızlık ediyorum: Didem Hanım'ın birkaç cümlelik eleştiri mektubu için bu kadar uzun bir cevap gerekir miydi düşünüyorum şimdi; belki de eleştiri mektubu, yayınlanan kısmından daha uzundu ve özetleme zarureti yüzünden meramını bize iyice aksettirememiş olabilir okuyucumuz. Eğer böyleyse incinmesin. Muradım, Didem Hanım'a şahsi bir cevap vermekten ziyade, meselenin yanlış bilinen taraflarını becerebildiğim kadarıyla diğer okuyucularla paylaşmaktan ibaretti sadece.