Bir de iyi haber!

Muasırlaşma iştihamız nükleer santraller söz konusu olduğunda kibirli bir karın tokluğuna dönüşüveriyor; bu zekâveti neye yormalıyız? Türk entelijansiyasını, bütün Batı dünyasında halen çatır çatır işlemekte olan nükleer santrallerin "yan tesirleri"ni fark ettiği için tebrik etmeli miyiz?

İsterseniz acele karar vermeyelim; nükleer santrallerin yan tesirleri var, doğru; ama enerji öyle bir ihtiyaç ki, nereden temin etseniz yan etkilerinden kurtulamıyorsunuz: Hidroelektrik santrallerin bile iklim yapısını bozmak ve bir vade sonunda çamur birikintisi yüzünden battal kalmak gibi mahzurları var. Petrol hâkezâ. Riskleri yüzünden nükleer enerjiye karşı vaziyet almak, fikir namusu ve tutarlılığı bakımından bütün petrokimya ve otomotiv sanayiine, rafinerilere ve petrole dayalı enerji tüketimine de karşı olmayı gerektiriyor.

Bu perhizin felsefî bir dayanağı yok; "limit sınırda enerji kullanalım" deniliyorsa başka. "Rüzgâr ve güneşten niye istifade etmiyoruz?" romantizmi ise tam bizim entelijansiyaya yaraşır bir saflık numûnesi. İki yüz seneden beri Batı'nın yol haritasını elifi elifine takip etmeyi en hakiki mürşid sayanların nükleer enerji konusunda birden pimpiriklenmeleri anlamlı; Batı'dan iktibas ettiğimiz her kurum, fikir ve nesneyi böyle pimpiriklenme testlerinden geçirmeye başladıklarında samimiyetlerini anlar ve iştirak ederim; şimdilik sadece gülümsemekle yetiniyorum.

"İslâmcı basın, YÖK karşısında sergilediği tutum nedeniyle Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'i günlerdir göklere çıkarıyor. Sezer'i destekleyen başlıklar bu gazetelerin manşetlerinden inmiyor. Ancak Sezer'in önceki akşam verdiği ilk resmî yemek, İslâmcı basın açısından hayal kırıklığı yarattı. Çünkü İslâmcı kesimdeki gazete ve Tv kanallarından hiçbiri yemeğe davetli değildi. (Hürriyet, 26 Temmuz, s. 14, S. Ergin'in haberi)"

Yorum yok; yoruma gerek de yok.

Devlet artık yargı kararına gerek duymadan sakıncalı kamu görevlilerini kapı önüne bırakabilecek. Anayasada Türkiye'nin bir "hukuk devleti" olduğu yolundaki âmir hükümle işbu KHK'nın nasıl bağdaştırılacağını hukuk allâmelerimiz herhalde izah buyuracaklardır.

Tarih bilgim, "fâsık" inançları sebebiyle yakılarak ölüme mahkûm edilen garibanların bile o meşhur "ortaçağ karanlığı"nın engizisyon mahkemelerinde yargılandıktan sonra idam edildiğini hatırlatıverdi birden.

Kavramları çengi gibi raksettirmenin akıbeti işte böyle oluyor: İnsaf edin, yargı kararı yerine idarî kararı ikame etmek "gericilik" değilse nedir?

Devletin kamu görevlilerine gücü yetiyor; ama tapu gibi yargı kararıyla cezaevinde suçunu çekmeye mahkûm edilenlere sözü geçmiyor. Bu satırları kaleme alırken Bergama Cezaevi'ndeki tünelcilerin "diriliş"i henüz sona ermemişti ve Adalet Bakanı'nın, "Toplu arama yapmaya mecburuz, direnmeseler iyi ederler." kabilinden garip demeci saat başı yayınlanıp duruyordu.

Sırf şu cezaevleri bile bizdeki kamu otoritesinin tuhaf reflekslerini gözler önüne sermeye kâfidir. Entelijansiyamız ciddi ciddi "F tipi" cezaevlerinin mahkûm psikolojisi üzerindeki menfi etkilerini tartışmakta kaç gündür. Çalkana çalkana "infaz" kavramının da suyu çıktı sonunda.

"Suç"u doğru dürüst tarif edemezseniz ne verdiğiniz "ceza"nın "hakkaniyet"inden emin olabilir, ne de "infaz"ın nasıl icra edilmesi gerektiği hakkında bir kanaat hâsıl edebilirsiniz. Türk hukuk külliyatı Batı Avrupa ülkelerinden iktibas ve tercüme edildi; ama hukuk felsefesi denilen şeyin iktibası ve tercümesi olmaz; onu kendiniz imâl edeceksiniz. Hukukun temel unsurlarına dair felsefî mütalaanız olmazsa yaptığınız tatbikat işte böyle her adımda ayağınızı boşa getirecektir.

Cezaevlerine hakim olmak, içinde direniş yapılan koğuşu buldozerle yıkmak değil; mahkûm, cürmüne muadil bir cezaya müstehak olduğunu sezdiğinde cezaevlerine hakim olabilirsiniz. Aydın gevezeliği yüzünden öyle bir atmosfer hâsıl oldu ki, günün birinde birisi çıkıp "cezaevleri kapatılsın" deyiverse hiç kimse tuhaf karşılamayacak? Aynı mantık silsilesi ile değil; fakat bir başka nokta-i nazardan cezaevlerinin varlığı tartışılabilir; hapis cezası bir infaz tarzıdır, infazın bizatihî kendisi değil.

Entelijansiyamızın artık yeni bir prestij sembolü var: Zeugma! Zeugma Girişim Grubu'nun faaliyetlerinden herhalde haberiniz olmuştur. Havadise göre Cumhurbaşkanı Sezer de Zeugma şehrinin kurtarılması için maddî-manevî her türlü destek vereceği vaadinde bulunmuş. "Hiç değilse Zeugma kurtulsun" düşüncesi yüreğimizi ferahlatıyor. Ülkemizde entelijansiyamızın hâzık alâkasına lâyık daha nice batık ve toprak üstünde hâlâ direnen eser arasında en azından Zeugma'nın bu şefkate mevzu olması çok sevindirici. Kimsenin "kurtarma hevesi"ni örselemeye hakkım olmadığını biliyorum; ama meselâ Urfa'ya otuz km mesafedeki Harran Külliyesi'nin etrafına sadece dikenli çit çekilerek güya "koruma"ya alınmış olması insanı incitiyor. Her neyse evvela Zeugma kurtulsun, Harran Külliyesi nasıl olsa birkaç bin sene daha dayanır herhalde!

Bir de iyi haber: Az önce Türk Edebiyatı dergisinin temmuz ve ağustos sayıları aynı zarf içinde leb lebe vermiş bir muhabbetle postadan çıkıp masama konuverdi; içim ısındı desem beni anlar mısınız? "Bunun neyi iyi haber, Türk Edebiyatı zaten yıllardır muntazaman yayınlanıyor" diye düşünüyorsanız hâletimi anlatamamışım demektir: Bu, ilk gurbetinde büyük şehrin sarsıcı sadmeleri altında unufak olmasına az kalmış bir garibin, şehrin en kalabalık meydanında bir akrabası ile karşılaşıvermesi gibi bir şey!

Sahi, o kadar yalnız mıyız?


Kaynak (Arşiv)